“Onun burnu büyüdü” dediler. Aslında büyüyen burnu değildi. O burnunu her işe sokunca, başı beladan kurtulmaz oldu. “Biraz geri çekileyim, belaya bulaşmayalım” deyince ve sonrasında sırtının kamburunu düzeltip dik durmaya çalışınca işte öyle dediler.
Dert, tasa çoktu. Olmaz mı insanın sıkıntısı, işte onun da vardı. Ama bir de belalı işleri vardı, kuyruğuna takılmış konserve kutusu gibi dan dun ötüyordu. Bir zaman öğreniverdi, geçinmeyi, dert etmemeyi. Takmadı kafasına bir şey. İşte o zaman da “burun kıvırıyor” dediler.
Beğenmezlik değildi onunki, ilgilenmemekti. Ortasını bulması gerekiyordu. Biraz çabaladı, biraz gayret etti. Onun bu hâllerini görenler “Eski zamanları burnunda tütüyor adamın” diye yorum yaptı. Yine burnunu bu işe karıştırmışlardı. Her şey burundu, her şey burun etrafında dönüyordu. O böyle hayal kurarken, dertler derya oldu. Biri bitmeden diğeri geldi. Dalgalar gibi art arda, geldiler ve gittiler. Tuzlarını da çer çöplerini de bırakıp gittiler. Gitmeleri iyiydi güzeldi, lakin bıraktıkları çöpleri kim temizleyecekti? Bir avuntu, bir kuruntu olarak iz bıraktı onlar. Hâlbuki ne kadar yakındı aradığına.
Burnunun dibine sokulan dertlerinin varlığının farkına vardığında hava pek güneşli değildi. Soğuk rüzgâr esip enseden içeri girince o soğuklukla dertleri arasında kalakalmış bir adamdı artık.
Burnunun ucunu göremeyecek kadar aklı havada birisi miydi? Kendine ‘hayır’ dedi. Evet olamazdı. Ama işte görememişti. Ne kadar hayıflandı ne kadar iç çekti bilinmez. İşte o zaman aklına geldi hâli, üzüldü, burnunun direği sızladı. Bir burun, ona dert, tasa olmuştu. Ama hayata burun farkıyla tutundu. Ne kendisi ne de başkası. Mutluluk aranması gerekiyorsa aramaya, sevinç hissedilmesi gerekiyorsa hissetmeye karar verdi.
Serhat Yahyaoğlu
ŞİİR
Hancı
Dizimde yok dermanım, gönlümde bitmez sancı.
Yoruldu aşk kervanım, kapına geldim hancı.
Bulutlar ağlıyordu, seslendi hemen yancı.
Karanlık basıyordu, kapına geldim hancı.
Karlara teslim oldum, içimde bitmez acı.
Çeşminde gamla doldum, kapına geldim hancı.
Çöllerde var fırtına, yıkıyor tahtı tacı.
Varmıyorlar farkına, kapına geldim hancı.
Deryalar dalgalandı, kaptanlar olmuş malcı.
Kervanım yağmalandı, kapına geldim hancı.
Çocuklar gülüyorlar, oynuyor bizle dağcı
Âşıklar ölüyorlar, kapına geldim hancı.
İnliyor karanfiller, hepsini kesmiş bağcı.
Kıskanır bizi güller, kapına geldim hancı.
Bertaraf olmuş gönül, sırtımdan düşmez yağcı.
Ağlıyor şeyda bülbül, kapına geldim hancı.
Kervansız yurtsuz kaldım, gönülsüz sensiz kaldım.
Aciz, nefessiz kaldım, kapına geldim hancı.
Aciz-A. Gök (Sultan Divanından)
BİTKİLERİN DİLİ
ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ: Toprak altında, üzeri ince veya zarımsı birkaç pul ile örtülü, bir yumru taşıyan çok senelik bir bitkidir. Yaprakları çimen yaprağına benzer. Çiçekler genellikle 1-3 tane veya türüne göre daha fazla olup mor, beyaz-pembe sarımtırak renklerdedir. Çiçek taç yaprakları tüpsü olup uç kısmında huni şeklinde genişlemiş ve 6 parçalıdır. Meyveleri çok tohumludur. Avrupa ve Akdeniz bölgesine yayılmış, 40 civarında türü vardır. Bunun da 20 kadarı Türkiye’de bulunur. Çiğdem türlerinin bir kısmı ilkbaharda, diğer bir kısmı ise sonbaharda çiçek açmaktadır. Çok güzel olan çiçeklerinden dolayı da bir süs bitkisidir. Daha çok kullanılanı ve tıbbî olarak bilineni sonbahar veya güz çiğdemidir. Yaprakları ilkbaharda oluşur. Çiçekleri ise sonbaharda olup pembemsi-mor veya beyazdır.