"Bize tavsiye ettiğine kendin uymakta zorlanıyorsun!..”

A -
A +
“Evet, her durum ve şartlarda… Ne olursa olsun mutlaka Rabbimizin rızasını düşünmek lâzım.”
 
Deminden beri önünde, kahverengi, ak, kırçıl halının üstüne akseden gölge izleri tamamıyla büyümüştü. Birden at kişnemeleri duyuldu. Gayriihtiyari sesin geldiği pencereye koştu. Çocuğun dediği gibi, bölük bölük askerler bahçenin karşısında geçit yapıyor, Çelebi Mehmet’i selâmlıyordu. Demek ki iş ciddiydi.
“Biraz sonra...”
“Hani hiç çıkmayacaktın!” diyen Gülşah Hanım’a bakan Meryem, hafifçe gülümsedi…
“Sen hep derdin ya önce sabır. Bize tavsiye ettiğine kendin uymakta zorlanıyorsun.”
“Haklı söze ne denir?”
“Sabır… Sabır…”
“Evet, her durum ve şartlarda… Ne olursa olsun mutlaka Rabbimizin rızasını düşünmek lâzım.”
“Ha şöyle…”
Gülşah Hanım bir şeylerin… Hem de hoş bir şeylerin olduğundan emindi. Kendisinin bilemediği diğer arkadaşlarının haberdar olduğu bu mühim durum ne olabilirdi? Dışarıda olup bitenlere bakarken bakar kör gibiydi âdeta. Yine dopdoluydu. Milletinin bu kadar büyük bir felâketin içindeyken çıkış yolu bulmasının lezzeti, anlatılmaz bir sevinçle onu heyecanlandırıyordu. Meryem’in sözlerini tekrar yorumladı.
“Her şeyi Doğan Bey’imden öğrendim. Annemin babamın emeklerini görmezlikten gelecek kadar nankör de değilim. Beni dinî bir vecd içinde büyüttüler. Sabretmede duyduğum huzurun kaynağı onlardan aldığım terbiyedendir. Çalışmayı, aile bağlılığını, sevmeyi ve sevilmeyi evvela ninni şeklinde annemden işittim. Yiğidimin engin muhabbeti bana Hak ve halk sevgisini, vatan aşkını iyice kökleştirdi. Bundan dolayıdır ki ümitsizlik diye bir şey bilmem...”
Saatlerce bu pencerenin önündeki tafsilât merasimi seyrettiler. Bin seneden beri bir milletin ruhunda akmadan biriken değerler vardı. İlk önce devlet, bilahare imparatorluk olmak, Kostantiniyye’yi fethetmek, bütün Rum diyarını almak, ‘Kızılelma’yı ufuklardan ufuklara taşırmak, yediden yetmişe onlarca milyonluk bir milletin uyuyan vicdanını uyandırmak... Şüphesiz dünyada yapılacak ilâhî aşkların en büyüğüydü! “Hey gidi Çelebi Mehmed hey! Doğan Bey’imin sırdaşı, can karındaşı…”
Hiçbir hakan bu kadar gençken milleti tarafından sevilip sayılıp anlaşılmamıştı. Osmanlının her tarafından onu selâmlamak için heyetler gelmiş bağlılıklarını bildiriyor, emirlerini bekliyorlardı. Rumeli’den, Bilecik’ten, İznik’ten, Karaman’dan, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinden, şarktan, garptan velhâsıl her taraftan... Sonsuzluğun lezzetini ebedi hayata karışmadan tadıyorlardı.
Gülşah Hanım böyle tahayyüller, tutkunluklar içindeyken birden bebeğin ağlamasını duydu. Ansızın bütün derin sızılarını yine kalbinde hissetti. Acıdan az daha ölecekti. Elini göğsüne koydu. Yüzünü buruşturdu. Başını eğdi. Dişlerini sıktı. Babasız büyüttüğü kendi öz oğluydu. Gözlerini kapadı. Fakat hâtırasını kapayamazdı ya. Nefsinin doyumsuz arzusuna rağmen hayalinde onun yüzünden çektiği acılar daha şiddetli bir istek uyandırıyordu. O daha çok körpeydi. Doğan Bey’in yaşına geldiğinde nasıl bir civan olurdu kim bilir? Cenâb-ı Allah hayırlı ömürler versin. Küçük bebeğin tahsili, terbiyesi için o kadar konuştukları hâlde, onda her faziletin ölümünü görmekten başka bir şey elde edememişti. Şüphesiz kahramanlar milyarda bir doğardı. Bu erişilmez güzellikleri ona cömertçe veren Doğan Bey’in, oğlundan haberi var mıydı? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.