Yavuz Sultan Selim ne kadar Eş’arî getirdi?

A -
A +

Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ın fethinden dönerken yanında Eş’arî âlimlerle İstanbul’a geldiği anlatılıyor. Uydurulan bu vaka, Osmanlının Eş’arîleştiği ve böylece de bilimin durduğu iddiası için delil olarak kullanılıyor. Tabii ki bu da işin bir başka garabeti. Biz buna mantıkta “arabayı atın önüne koşmak” diyoruz...

 

Güzel bir atasözümüz vardır; bir deli bir kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır fethinden dönerken yanında Eş’arî âlimlerle İstanbul’a döndüğü hikâyesi de biraz buna benziyor. Bir rivayete göre 1.000, bir başka rivayete göre 2.000, hatta bazen bu rakamı 20.000’e kadar çıkaranlar var, Eş’arî âlimi Kahire’den yanında getirmiş deniliyor. Getirdi mi getirmedi mi bunu konuşacağız. Ama önce neden böyle bir iddiada bulunuluyor onu anlayalım…
Uydurulan bu vaka, Osmanlı’nın Eş’arîleştiği ve böylece de Osmanlı’da düşüncenin ve bilimin durduğu iddiası için delil olarak kullanılıyor. Tabii ki bu da işin bir başka garabeti. Biz buna mantıkta “arabayı atın önüne koşmak” diyoruz. Bu, ispatlanmaya muhtaç bir iddiayı (Yavuz Sultan Selim 1.000 Eş’arî âlim getirmiştir); bir başka iddianın (Osmanlı Eş’arîler sayesinde geri kalmıştır) kanıtı olarak öne sürmek anlamına geliyor. Bu nedenle de arabayı at çekmesi gerekirken, atı arabaya çektirmek gibi saçma bir işle örneklendiriliyor.
Mantıksal olarak böyle bir iddiada bulunmak hiçbir bilgi içermez ve safsata olarak kabul edilir. Çünkü siz daha birinci iddianızın kanıtlarını ortaya koymadan, onu doğrulanmış bir bilgi gibi kabul etmemizi istemiş oluyorsunuz. Maalesef Türkiye’de aslında ilmî hiçbir ölçüsü olmayan, bir bilgi değeri içermeyen bu tür jargonlar çokça kullanılıyor. Popülizm sadece siyasette değil, tarihi anlama ve değerlendirmede de karşımızı çıkıyor. “Ben dediysem doğrudur” gibi bir yaklaşım aklı esir alıyor. Çünkü Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden dönerken yanında 1.000 Eş’arî âlim getirmiştir, iddiasını dile getirenler bu iddiayı ispat sorumluluğunu yerine getirmiyorlar. Bu zaman kadar bize hiçbir kayıt, belge, isim listesi sunmadılar. Ama yine de bu yanlış iddia o kadar çok dolaşıma girdi ki, her seviyeden, meslekten ve makamdan insanın bu sorusuna muhatap kaldım. Her ne kadar, ispat sorumluluğu müddeiye aitse de, bu iddiaya muhatap kalmanın dayanılmaz sancısı nedeniyle bu yazımda bu iddianın saçmalığını ispatlamaya çalışacağım.
 
Mısır’da Hanefilik güçlüdür
 
Bilindiği üzere Yavuz Sultan Selim’in mısır seferi 1516 tarihinde başlamıştı. Memlûk ordusuna karşı önce Mercidâbık (1516) ve sonra Ridâniye’de (1517) galibiyet elde etmişti. Daha 3 ay kadar Mısır’da kaldıktan sonra da İstanbul’a geri dönülmüştür. Dolayısıyla bu iddiayı dile getirilenlerin birinci hatası 1517’lerde Kahire ve Mısır’ı bir Eş’arî gölü olarak tasavvur etmeleridir. Öyle ya Yavuz Sultan Selim 1.000-2.000 arasında verilen sayılarda bir âlimle döndüğüne göre Kahire bir Şȃfiî ve Eş’arî gölü olmalıdır. Çünkü 13. Yüzyıldan itibaren çok az istisna dışında Eş’arîleri Şȃfiîlik Matüridileri de Hanefilik üzerine değerlendirmek alışkanlık hâline gelmiştir. Bu yüzden Mısır’ın bir Eş’arî gölü olması aynı zamanda oranın bir Şȃfiî gölü olduğu anlamında da gelir. Oysa durum hiçte böyle değildir.
Memlukler her ne kadar Şafiîliği önceleseler de, 16. Yüzyılda ne Mısır ne de Suriye’de eğitim ve medreseler tamamen Şafiî dolayısıyla da Eş’arîliğin baskın egemenliği altında değildi.  Hem Şam hem de Mısır topraklarında baskın olan eğitim kurumları Hanefilik ve Şafiîliktir. Şam bölgesine 13. Yüzyıla kadar hükmeden Zengiler Hanefidir ve Hanefi medreselere önem vermiştir. Daha sonra da Mısır’a hükmeden Eyyübiler Şafii olmakla birlikte de Hanefiliği ihmal etmemiştir. Al-Nu’aymi’nin ed-Daris fi Tarikhi’l-Madaris adlı eserindeki bilgiye göre Memlûklüler döneminde Şam bölgesinde 47 Şafiî, 54 Hanefi medresesi bulunmaktadır. Yasemin Kaçar’ın Bahrî Memlûk Devleti’nin Eğitim Sistemi ve Medreseler (1250-1382) adıyla yaptığı doktora tezindeki bilgilere göre de, Kahire’de 14 Şafiî medreseye karşılık 10 Hanefi medresesi bulunmaktadır. Mısır’a Hanefilik 9. Yüzyılda gelmeye başlamış ve oldukça güçlü bir damar olarak da devam etmiştir. 10. yüzyılda da 20 yaşlarına kadar Şafiî olan Ebu Ebû Ca’fer et-Tahâvî ile birlikte Hanefilik Mısır’da adını duyurmaya başlamıştır.
Şam’da Ḥanefīlerin lideri konumunda olan Necmuddin İbrȃhîm bin Ali eṭ-Ṭarsûsî’nin (ö.758/1356) Urcûze fī Marifeti mȃ beyneʾl-Eşa’ira veʾl-Ḥanefiyye adını taşıyan kasidesi de Eş’arîler ile Hanefiler arasındaki farkların altını çiziyordu. Yine14. Yüzyılda Seyyid Şerif el-CürcanT. Molla Fenari ve Bedreddin Simavi gibi birçok âlime hocalık yapmış koyu Hanefi ve Matüridî olarak tanınan Ekmeleddin el- Bâbertî Kahire’de hocalık yapıyordu. Ve Ebu Hanife ve Matürid’nin fikirlerinin yılmaz bir savunusuydu. Özellikle Anadolu’dan gelen talebeler onun eğitim verdiği medresede okumaya özel önem veriyorlardı. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim Mısır’a geldiğinde bir Şafiî Eş’arî âlimler otağına gelmemiştir.
Tam aksine Anadolu kazaskeri olarak 1517'de Yavuz Sultan Selim ile birlikte Mısır seferine katılan İbni Kemal (daha sonra Şeyhülislam olacaktır) Mısır seferinden döndükten sonra Risāletu’l-İḫtilāf beyne’l-Eşā ira ve’l-Māturīdiyye, diye bir eser kaleme aldı. Muhtemelen Mısır’da Eş’arîler ile Hanefiler arasındaki farkları ortaya koyan eserlere karşılık yazdığı bu eserde açıkça Hanefiler yerine Matüridiler demeyi tercih etti. Bu, Matüridiliği öne çıkarma çabası olarak okunabilir. Nitekim aslında 16 ile 18. Yüzyıl özellikle Eş’arîler ile Matüridiler arasındaki farkları anlatan özel risaleler yazıldığı ve Matüridiliğin isminin daha çok anıldığı bir yüzyıl olarak karşımıza çıkar.
Aynı süreci Mısır’da da görmek mümkündür. Hanefi biyografi alanındaki çalışmaları, yani kim kimdir şeklinde âlimlerin hayatlarını ele alan eser yazımına baktığımız da Mısır’ın da bu alanda en hareketli olduğu dönemin 16. Yüzyıl olduğunu görürüz. Bu yüzyılda Mısır’da Hanefi biyografi derlemesi yazımı zirve yapmış; İbni Dokmak’ın (v. 809/1407) Nazmü’l-cümân’ı, Bedruddîn el-‘Aynî’nin (v. 855/1451) Tabakâtü’l-Hanefiyye’si, İbni Kutlûboğâ’nın (v. 879/1474) Tâcü’t-terâcim’i ve İbnü’ş-Şıhne’nin (v. 890/1485) Tabakâtü’l-Hanefiyye’si bu yüzyılda Mısır bölgesinde yazılmıştır.
 
16. Yüzyıl Osmanlısında Matüridilik yükseliştedir
 
Şeyhazȃde (ö. 1543) den başlayıp Beyazîzâde, Mestcizâde, Kırşehrî, Dâvud-ı Karsî, Kadızâde el-Erzurûmî el-İsbîrî, Akkirmânî, Esîrizâde, Saçaklızâde ve Müstakîmzâde gibi birçok Osmanlı âlimi bu konuda eserler yazmışlar ve Matüridiliğin altını çizmişlerdir. Bu iddianın tam aksine aslında 16. Yüzyıl ve sonrası Osmanlı’da, Matüridilik üzerine vurgu ciddi biçimde artış gösterir.
16. yüzyılda ve sonrasında Eş’arîlik ile Matüridiliğin karşı karşıya geldiği konuların birisi de kaza kader ve insan iradesi meselesidir. Rıdvan Özdinç’in “Akıl İrade Hürriyet Son Dönem Osmanlı Dini Düşüncesinde İrade Meselesi’’ adlı çalışması oldukça önemlidir. Özdinç çalışmasında Osmanlı’da 16. Yüzyıl ve sonrasında kaza kader ve irade-i cüziyye adıyla birçok risale yazıldığını gösterir. Bu eserlerin birçoğunda Eş’arîlik tenkit edilmiş ve Matüridilik savunulmuştur. Bu risaleler bazı çevrelerce ikide bir dile getirilen Osmanlı Eş’riydi iddiasının da aslında ne kadar afaki olduğunu göstermektedir.
Bu iddianın dayanaklarından birisi de Osmanlı medreselerinde Seyyid Şerif Cürcâni'nin el-Mevâkıf’ı ve Teftâzânî’nin Şerhu’l-Akȃid gibi metinlerinin okutulmasıdır. Eş’arî âlimlerin metnin okutulmasından Osmanlının Eş’arîliğie hükmedeceksek Mu’tezili Zemahşeri’nin tefsirinin okutulmasından Osmanlının Mu’tezili, Şii İsmȃilî Tûsi’nin ahlak metnin okutulmasından da Osmanlının İsmaili olduğuna hükmetmek gerekecektir sanırım!.. Oysa Osmanlıyı ve âlimlerinin yazdıklarını değerlendirmek istiyorsak bu metinlerin özellikle şerh ve haşiyelerine yani metinlere bakmak gerekecektir. Nitekim Mustafa Aykaç, Teftâzânî’nin Şerḥ’ul-Aḳȃid metni üzerine el-Hayalî, el-Kestelî (901/1496), Ramażan bin Muḥammed (1017/1608), el-Kâzerûnî (950/1543) ve Abdülḥakîm es-Siyâlkûtî (1067/1657) gibi âlimlerce yazılan şerh ve haşiyeleri değerlendirdiği makalesinde bu iddianın ne kadar hatalı olduğunu ortaya koymuştur. Osmanlı çoğu kez bu metinleri olduğu gibi kabul etmek için değil aksine bu metinlerle hesaplaşmak için okumuştur. Bu âlimler birçok konuda Teftâzânî’ye karşı Matüridiliği savunmaktan geri durmamışlardır.
16. Yüzyıl sonrası Osmanlıda Matüridiliğin öne çıkarıldığını gösteren bir diğer kanıt da Sadruşşeri’anın Fehreddin Razi’ye karşı Matüridiliği savunduğu “Mukaddimât-ı Erbaa” adlı literatürdür. Eş’arîlerin iyi (husn)-kötü (kubh) konusundaki yazdıklarının eleştirildiği bu tartışma Fatih döneminde başlayıp daha sonra da devam etmiştir.16. yüzyıl sonrası bir çok âlim bu konuda eser yazarak Matüridiliğin konumunu savunmuştur. Asım Cüneyd Köksal Hocanın tespitlerine göre bunlar şöyle sıralabilir: İbrahim el-Kûrânî (ö. 1101/1690), Kavukcîzâde Seyyid Mustafa Efendi, Ahmed bin Muhammed Kazâbâdî (ö. 1163/1750), Davud-i Karsî (ö. 1169/1756), Halil bin Mehmed el-Konevî el-Akvirânî, Hafîd en-Nisârî Mehmed bin Abdullah el-Kayserî (ö. 1170/1757), Konevî İsmail Efendi (ö. 1195/1780-1) ve Mekkî Mehmed Efendi (ö. 1212/1797).
 Sonuç olarak bırakın Yavuz Sultan Selim’in Kahire’den Eş’arî âlim getirmesini tam aksine Sultan Yavuz sonrası dönem Osmanlı’da Matüridiliğin daha çok öne çıktığı yüzyıllar olmuştur. Ayrıca yukarıda gösterdiğimiz gibi Kahire’yi de tamamen Şafiî Eş’arî gölü olarak düşünmek büyük bir hatadır. Masabaşında tarihsel gerçekliklerle uyuşmayan jargonlar hakikatin kendisinden daha çok şöhret kazanabilmektedir. Bir kısım çevreler Ehl-i sünneti tüm kötülüklerin anası olarak göstermek için bu tezi özel olarak yayıyorlar. Çünkü Ehl-i sünnetin zayıflaması ve merkezin boşalması çevredeki marjinal akımların merkeze gelmesi için bulunmaz bir fırsattır. Osmanlının duraklaması teolojik olmaktan daha çok politiktir. Size tavsiyem 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu duraklama döneminde Koçi Bey tarafından IV. Murat ve Sultan İbrahim'e sunulan eleştirel tarzdaki raporu bir kez daha okumanızdır…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.