Kimselere belli etmeden düşen gözyaşıyla konuşuyordu Ali...

A -
A +
Gayriihtiyari başını kaldırmadan yan gözle baktı. Gelen anacığıydı...
 
Büyük şehrin kocaman gövdesi, en karanlık örtülerine bürünmüş olarak kabuğuna çekiliyordu yavaş yavaş. Biraz önce her biri bir ışıltılı oyun, eğlence yeri olan o binalar, Zifirî kara taşlardan bi­rer kabre dönüşüyordu. O, kalabalık caddeler; ıssızlaşmış, bir muharebe sonrası enkaz artıklarıyla harap olmuş gibiydi. İrili ufaklı ağaçlar, serilip serpilen gölgeleriyle insana yıllanmış çınarlar gibi heybetli görünüyor ve çepeçevre beton yığını kuleler, üzerine üzerine geliyor sanıyordu. Sadece fırıncının dediği gibi: “Her ev bir dert yumağı Ali, onları açmaya göresin!”
Arife teyzenin anlattıkları bir kuş gibi uçup gitmişti ama kederi yanına kalmıştı Ali’nin...
           ***
 Boş naylon çantasının ağırlığı yormuştu sanki küçük çocuğu, ağır adımlarla yürüyordu önündeki düz yolu. Aslında eve gitmek istemiyordu, bu arzusu sanki olmayan çantasını daha da ağırlaştırıyordu... Hanelerine yaklaşınca siyah önlüğünün iç kısmına sakladığı boynundaki ipli anahtarı çıkardı elinde sallayarak kapının önüne kadar geldi. Paslı anahtarla pastan kahverengiye boyanmış gibi görünen kilidini açmaya çalışırken yükü daha bir ağırlaştı. Kimseleri rahatsız etmeden yavaşça açtı, elindekileri kapının arkasına bırakıverdi.
Süklüm püklüm Ali’den önce odaya sessiz gözyaşları giriverdi elinde olmadan. Sanki birileri talimat vermiş de billurdan gözyaşları, sağı solu kolaçan ediyor, masanın üzerinde duran kalem ve kâğıtları inceliyor. Lisan-i hâl ile Ali’ye; “Hani sen yazmaya söz vermiştin? Henüz ortada bir şey yok. Bekliyoruz seni sabırla…” hatırlatmasını yapıyor, sonra yanaklarından süzülerek, eski tahta iskemlenin üzerine “şıp” diye düşüveriyor, bir davetsiz misafir olarak. Kendisi de Yılmazlara öyle gitmemiş miydi?
Kimselere belli etmeden düşen gözyaşıyla konuşuyor Ali: “Niçin o evde kalmadın da buraya kadar geldin peşim sıra?” Tabii cevap gecikmiyor: “İlk damlayan ben değilim herhâlde! Burada ne yaşlar aktı, ben bilmiyor muyum sanıyorsun?” diyor, sarsıyor Aliciği. “Yok, senden önce de çok billurdan damlacıklar sel oldu aktı ama sahibinin önü sıra yürüyen pek olmadı. Derdin, dağlar kadar çok büyük olmalı!” Damlacıktan cevap gecikmeden geliyor yine: “Bu da sual mi? Sadece hakikati konuşmak değil, onun ismini duymak da cesaret ister. Kalbin dayanabilecekse buyur dinle” demişti ki bir gölgenin üzerine yaklaştığını hissetti. Yaşlarını göstermek istemiyordu. Gayriihtiyari başını kaldırmadan yan gözle baktı. Gelen anacığıydı. Zaten onda öyle bir feraset vardı ki sessizlikte bile geleni gideni hissederdi. Şimdi de öyle olmuştu. Bir bulut gibi aktığı odada, karşısında fedakâr anacığını görmek, hangi kelimelerle, başka nasıl izah edilebilirdi ki?
- Ali’m yine üzülmüşsün!
- Öyle mi görünüyorum?
- Bilmem! İstersen bir aynaya bak!
- Aynam da anacığım, varım, yoğum, her şeyim de! Öyle diyorsan öyledir.
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.