"Ne yapsam acaba?" diyecekti ki telefonun çalmasıyla irkildi. Derin bir "oh" çekti. "Demek ki hâlâ beni bekleyenler varmış" dedi.
Avukat pencereye yöneldi. Elini siper edip gözlerini kısarak daha dikkatlice baktı etrafa. Kül rengi, yer yer fayans kaplı birer beton yığını gibi önünde duran granit bloklardan maada bir şey göremedi.
"Ne yapsam acaba?" diyecekti ki telefonun çalmasıyla irkildi. Derin bir "oh" çekti. "Demek ki hâlâ beni bekleyenler varmış" dedi. Koyduğu yerden klasörleri alarak kapıya doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de hızla hareket edip kapısını açtım. Elindeki anahtarları alarak lambaları söndürdüm kilitledim.
Vedalaşırken esmer pos bıyıklı adamın elimi içten, samimice sıkmasını, ışıldayan gözlerle bana bakmasını hiç, ama hiç unutamıyorum.
İyi bak, bunlardan ibret al kardaş,
Cahiller âkile nasıl attı taş,
Kim kiminle yaptı böyle bir savaş?
Âti belli değil, mazi pek zahil.
Her şey karman çorman ehil, nâ ehil!
Sızladı yüreğim kalmadı hâlim,
Güzel insanları zem etti zalim,
Cahili sevindi üzüldü âlim,
Çoğu insan nankör, azıysa ahil.
İşler çok karışık ehil, nâ ehil!
İlim, amel, ihlâs verir kemalât,
İslâm’dadır bütün sırr-ı hakikat,
HOCA durmaz içten ederken feryat,
Utanmaz gülüyor, maksatsız cahil.
Elbet ayrılacak ehil, nâ ehil!
***
HRİSTİYANA MÜSLÜMAN MUAMELESİ!..
Geceleri gümüş yüzlü dolunay, gündüzleri altın kızılı güneş altında yol alarak sürüp giden hayat serüvenim dur durak bilmeden devam ediyordu.
1990’lı seneler...
Gazetemizin yeni bir hamlesi için topyekûn seferber olmuşuz. Gruplar hâlinde aboneye çıkıyoruz muhtelif semt ve mahallelerde. Ben de gönüllü olarak iştirak etmekle şerefleniyorum. Çok huzurluyum ve heyecanlıydım da...
Saat onsekizden sonra Cağaloğlu’ndan başladığım Sultanahmet civarından geçip güneşin kızıla boyadığı Dikilitaş’tan Beyazıt’a doğru ince bir çizgi üzerindeki bütün iş yerlerine uğrayıp tâ Fatih’e kadar piyade olarak yol katedecektim. Bütün gazete personeli bu faaliyette yarışırcasına elinden geleni yapıyordu. “Onlardan ve bu ele geçmez hizmetten geri kalmamalıyım” diye, niyetimi düzelterek gazetemizin önünden geçen dar sokaktan ana caddeye çıktım. Sağda Sultanahmet Camii şerifi genç ve muhteşem levent endamıyla yükseliyor, solda aşılmaz dağ gibi Ayasofya… İkisi de İstanbul’un o meşhur ve malum sembolü ve silüetini oluşturuyorlar.
Nasıl uyuttu seni,
Yakıp kuruttu seni,
Boşuna bekleme hiç!
Gitti unuttu seni.
İstanbul Boğazı; gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir akşam aydınlığıyla ışıl ışıl parlıyordu. Şairler, ressamlar, bütün sanatçılar onu; elemleri, kederleri alıp götüren ebedî, nihayetsiz bir gümüşten nehre benzetmişti. Yol boyunca sıralanan ağaçların koyu yeşil yaprakları, küçük bir rüzgârla titriyor, yollara beyaz, sarı çiçekler düşüyordu. Karşı sahil Üsküdar, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap ve masal diyarı gibi görünüyordu. DEVAMI YARIN