Düşündükçe kahırlanıyor sıkıntıdan başı dönüyordu

A -
A +
Hasta kardeşi, gözü yaşlı anası, ihtiyar kazazede ve elinde para dolu cüzdan…
 
Küçük Ali, ne yapacağını kestiremiyordu. Pek çaresizdi…
“Ömer olsaydı keşke, onunla istişare etseydim” dedi. İçindeki o ses, hâlâ peşini bırakmıyordu:
“Sakın ha bir yanlışlık yapmayasın! Fazla oyalanma! Hadi daha ne bekliyorsun! O para, hastanede ölüm kalım mücadelesi veren ihtiyarın ilaç parası, belki de tek geliri, maaşı olabilir! Kul hakkı! Kul hakkı!” deyip o emaneti bir an evvel yerine vermeye zorluyordu.
Kız kardeşinin; sadece ondan daha solgun, pembemsi yüzü gözünün önüne dikiliverir gibi oldu. Gür kirpiklerinin aralığından ona göz kırparak bakıyordu ve yüzünde bir ağabeyi için olması lazım gelen engin bir huzur vardı. “Geciktiğim için kusuruma bakma kardeşim” kelimeleri boğazında düğümlendi Ali’nin.
               ***
Yanlızlık, soğuk, hasta kardeşi, gözü yaşlı anası, ihtiyar kazazede ve elinde para dolu cüzdan… Düşündükçe kahırlanıyor, sıkıntıdan başı dönüyordu. Çocuk dünyası, aklı, fikri darmadağınıktı. Çaresiz ailesi ile hastahane odasına terk ettiği ihtiyar arasında defalarca gitti, geldi. Bu gelgitler onu fena hırpalamış olmalı ki; daha fazla dayanamadı, kesin kararını verdi. Cüzdanı düşmeyecek şekilde iç ceplerinden birine yerleştirdi. Parayı sağlama aldığından emin olduktan sonra, gazeteye sarılı emaneti kucaklayarak yine geldiği yollardan bütün kuvvetiyle koşmaya başladı. Kışa, soğuğa, insanların tuhaf bakışlarına aldırmıyor, koşuyor, koşuyordu… O, lanetlik, kör şeytanın sinsi tuzağına düşeceğinden korkuyordu ve bir an evvel emaneti yerine ulaştırma derdindeydi Ali...
               ***
Soğuk, fırtına, ıslık çalarak esen rüzgâr ve grinin her tonunu taşıyan şehrin dar sokaklarında koşturan bir küçük çocuk... Kısa zaman içinde o kadar yolu nasıl alacaktı? Üşümesi, yerini çoktan tere bırakmıştı.
“Sen hiç yorulmaz mısın be çocuk?”
“Nasıl koşturuyor?”
“Sanki hiç nefes almıyor!”
Ne söylenen sözlere, ne de ayaklarını esir alan çamura aldırmıyordu...
Sert rüzgâr yüzünü jilet gibi kesiyor, sicim gibi yağmur, dur durak bilmiyordu...
Demek ki; acı ile imtihanı onun erken başlamıştı ve kimbilir ne hikmetleri vardı...
               ***
“Ben neredeyim?” diyerek gözlerini açtı ihtiyar. Burnunu dolduran kesif tentürdiyot kokusu genzini yakıyordu. Başını oynatmadan göz hareketiyle bulunduğu yeri tanımaya çalıştı. Belli ki bir hastane odasındaydı; bütün bu metal borular, plastik şırıngalar, serum şişeleri, sargı bezleri... bitmeyen ilaç kokuları... Sonra...sonra muhayyelesini zorladı... Acı firen sesi, bağrışmalar, koşuşturmalar ve bir garip çocuğun kendine şefkatle bakan hüzünlü gözleri... Yavaş yavaş kafasındaki sisler dağıldıkça mesele daha iyi anlaşılıyordu. Ayaklarını çekip uzattı, kollarını kaldırmaya çalıştı... Bütün kalbiyle; “Elhamdülillah! Çok şükür” dedi.
Biraz aklı başına gelince ilk işi ceplerini yoklamak oldu. Aradığını bulamıyordu bir türlü. Sonra her bir cebini ters çevirerek didik didik etti; birinde tek yeşil yirmilik vardı. Bütün ümidini kaybedince de karyolanın sağını solunu kontrol etti. “Ayıp olacak, doktorlar beni böyle görmesinler” diye söylendi; hasta yatağına uzandı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.