Güneşe, yeşile, hatta rüzgâra bile hasret kalmıştı...

A -
A +
 
 
Hastalığından sonra dışarı çıktığı bu ilk gün; her şeyi öğrenmek, herkesi tanımak istiyordu...
 
 
Hoş sabr-ı cemîlimdir!
Takdîr-i kefîlimdir!
Allah kim vekîlimdir!
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler…
 
Geldiği günden beri yattığı odada pencereye vuran altın sarısı güneş hüzmelerine dalıp dalıp giderdi İbrahim. O, sıcağa hasret bir şehirde doğmuştu. Bu kadar güneşi bol yer görmemişti; soğuktu, buz, kar, tipi, boran içinde büyüdüğü şehir, bazen uzun kış gecelerinde kurtlar evlerinin önüne kadar iner, dışarıda canlı adına ne varsa alır götürürlerdi. Acıklı hadiseler çok yaşanmıştı. Ya burası… Çok merak ediyordu. Bir iyi olup ayağa kalkabilseydi.
Korkardı yalnız, annesiz kış gecelerinde. Hasretini çekerdi küçücükken kaybettiği annesinin, sığınacak bir kucak arardı sımsıcak… İşte o pencereye vuran altın hüzmeler hasretine ilaç gibiydi. Dalıp gittiği her ışık demeti hep anneciğini hatırlatırdı ona niyeyse…
           KÜÇÜK İBRAHİM HAKKI
Bugün İbrahim’i güneşe çıkardılar... Ömründe ilk defa gökyüzünün bu kadar kendinden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şahid oluyormuş gibiydi. Meraklı gözlerle ve şaşarak seyretti.
Medresenin tam karşısındaki evlerinin önündeki taşlardan birine oturdu gelip geçenleri tanımaya çalıştı İbrahim Hakkı. Oturduğu yerden medrese de görünüyordu. İki tarafında sıra sıra dizili talebe odaları, mutfak, tandırbaşı, odunluklar dikkatini çekiyor. Hummalı bir çalışma içindeydi bütün talebeler. O ise kafasında çözüm bekleyen sorularla yalnız başına mücadelede... Yanı başındaki dağılmış odunlara gözü takıldı. “Aslan yattığı yerden belli olur” diye düşünerek, kalkıp onları tek tek topladı, münasip bir köşeye istif etti. Elinde değildi temizliği, tertip ve düzenli olmayı, aklı erdiği günden beri pek seviyordu.
Hastalığından sonra dışarı çıktığı bu ilk gün; her şeyi öğrenmek, herkesi tanımak istiyor, yeni memleketini pek merak ediyordu. Ne kadar hasta kaldığını hatırlamıyordu. Babacığının ifadesine göre on, onbir gün yatmıştı... Dile kolay o kadar zaman loş bir odanın karanlık köşesinde sayıklayıp durmak bir çocuk için kolay olmasa gerekti. Güneşe, yeşile, hatta rüzgâra bile hasret kalmıştı. Meğer ne büyük bir nimetmiş eli, ayağı tutar olmak, tertemiz havayı ciğerlerine doldurmak, etrafın kokusunu duymak, eşyalara gönlünce dokunabilmek... Nice erişilmez hisler içinde ve hayranlıkla etrafına bakınıp tefekkür ediyordu İbrahim…
Olup bitenlere ibretle bakmayı, ders çıkarmayı pek seviyordu Erzurumlu bu küçük çocuk. Mavi bir atlas gibi yükselen gökyüzünde uçuşan kuşların cıvıltısını dinlerken, kara kargaların; gözlerine kestirdikleri yerlere, çevik hareketlerle pike yapmalarına takılıyor, hayranlıkla hayat mücadelelerini düşünüyordu. Hayatta ve ayakta kalabilmek için verdikleri emek, gösterdikleri çaba harikulâdeydi. Yılgınlık, bezginlik, pes etme diye bir şey bilmiyorlardı. “Akıllı insan, bunlardan ibret almalı” diye içinden geçiriyordu ki; karşı evin kapısı açıldı, iki veya üç yaşlarında elinde ekmek olan bir çocuk çıktı. DEVAMI YARIN
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.