“Meryem, Sarıkız acaba ne yapıyordular şimdi?”

A -
A +
Doğan Bey, Atmaca Nuri ile Boğa Hasan’ı karşısında görünce pek de şaşırmadı.
 
Ay ışığının gümüş aydınlığında huzur dolu bir sessizliğe bürünmüş Bursa’da böyle kaç aile hâlâ uyanıktı ve ayaktaydı?
Bahçe kapısının sert vurulmasına dönen çift, bir müddet sustu. Daha sonra Doğan Bey, bir şey hatırlamış gibi gidip kapıyı açtı. Neşe içinde Atmaca Nuri ile Boğa Hasan’ı karşısında görünce pek de şaşırmadı. Yalnız kafa hareketiyle Gülşah’a içeri girmesini işaret edip arkadaşlarıyla kucaklaştılar.
Arkadaş muhabbetinin bu kadarına şahit olan Gülşah, çok sevinmişti. “Meryem, Sarıkız acaba ne yapıyordular şimdi?” diye mırıldanırken biricik yiğidinin emin insanlarla sefere çıkacağına seviniyordu içten içe. Akıncıların gülüşmesine iştirak eder gibi Yağıztay da kişnemeye başladı. Doğan Bey ise hâlâ hızını alamamış birini bırakıp diğerine sarılıyordu. Sefer için konuşacak çok şeyleri vardı.
                                  ***
                BU SEFER ŞARK'A DOĞRU...
Sabahı müjdeleyen gecenin alacakaranlığında kızıl ovanın şen şakrak neşesini taşıyan cırcır böceklerine inat, öbek öbek koyun, kuzu melemeleri, uzak yakın köpek havlamaları, sığır böğürmeleri serin güz rüzgârlarının uğultusuna karışıyor, şeffaf bir sis gibi başlayan bulutların kaçışan gölgeleri altında ezilip, yavaş yavaş dumanlaşıyor, kayboluyordu.
Çam oluklu çeşmeden su içip meyve yüklü dallardan başını eğip gül kokulu bahçelerden, ıtırlı çayırlardan, kekik dolu bayırlardan geçerek rüzgârla yarışan üç atlı, doludizgin geldikleri Bursa’yı görecekleri bir tepede durdular. Henüz yorulmamış atlar tepiniyor, eşeleniyor, büyüyen burun deliklerinden fışkırırcasına çıkan buhar yüklü nefesleri sararmış otları köklerinden koparırcasına savuruyor, ejderhaların alev saçan, çevresinde ne var ne yok tutuşturmaya hazır soluklarını hatırlatıyordu.
Güneşin henüz doğmak üzere olduğu bu vakitte Bursa, sisler arasında hayal gibi belli belirsiz fark ediliyordu. Üç cengâver yol isteyen atlarını zar zor zapt ederek son bir defa daha baktılar doğdukları, büyüdükleri, acı tatlı, nice hâtıralarla dolu oldukları bu şirin payitahtlarına.
“Allahü teâlâya emanet olasın güzel memleketimiz, ana, baba, eş, dost ve bütün sevdiklerimiz! Elveda! Elveda!” der gibiydiler sessiz ve içten. İyice kızarmış narçiçeği rengindeki bir öbek kuşburnu önünde yağız atının üzerinde vakur, heybetli ve avına atılmaya hazır bir kartal gibi duran Doğan Bey’in başında her zamanki gibi beyaz tiftikten kalpak, sırtında kahverengi etrafı işlemeli yün cepken, ayaklarında aynı renkten potur, al, yosunî renklerle örülmüş ibrişim kuşağına soktuğu sedef kakmalı hançeri, sağ yanında ise kılıcı vardı. Tebessüm eksik olmayan buğday tenli yüzü gayet düzgündü. Geniş alnı, yay kaşları ve altında iri koyu yeşil gözleri, dik okka burnu, siyah ince bıyıkların çevrelediği kalın dudakları, düzgün irice ağzı, konuşunca beliren beyaz inci gibi sıralı dişleriyle oldukça yakışıklı bir yiğit delikanlıydı. Boyu o kadar uzun, vücudu o kadar dengeli ve iriceydi ki dibinden geçtiği duvarlar, çitler omuzları hizasına gelirdi sanki. Kocaman çelikten bir pençeymiş gibi görünen sağ elini eyerin kaşına koymuş, sol eliyle de atının dizginlerini tutuyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.