Marmara İlahiyat’ta Mezhepsizlik ve Masonluğu Reddetmeyen “Sapkın Din” Anlayışı

A -
A +

c.ahmetakisik@gmail.com

Peygamber “sallâllahü aleyhi ve sellem” devrinde Müslümanlar, dinî bir müşkil/problemle karşılaştıklarında onu Resûlüllah’a arz ediyorlardı. Verilen cevap dalga dalga diğer Müslümanlara yayılıyordu. Bu durumda Müslümanların içtihad etmelerinden elbette söz edilemez. Ancak Peygamber aleyhisselâm’a ulaşma imkânı olmadığı zamanlarda -Muâz b. Cebel hazretlerinin görevlendirilmesinde olduğu gibi- sahâbe-i kiram, ictihad etme “onay”ı almıştır. Zaten bu onay, İslam’da içtihad’ın meşruiyetinin müşahhas bir delili de olmuştur.

Eshâb-ı kiram döneminde özellikle fiilî, kavlî ve takriri Sünnet çerçevesinde İslam; Tefsir, Akaid, Fıkıh, Ahlak konuları itibariyle yaşanıyor ve yayılıyordu. Eshâb-ı kiram, âyet ve hadislerle övülen, vahyedilen dini ve onunla ilgili bütün ilimleri kaynağından alan ve öğrenen mübarek bir nesildir. Bazı ictihadî ayrılıklara bakarak, onlara ta’n eden, söven, kin ve buğz besleyenler, aldanmış, hatta sırat-ı müstakîm’den ayrılmışlardır. Ümmete düşen hiç ayırım yapmadan hepsini sevmek ve onları baş tacı etmektir. Çünkü Kur’an’ı ve Hadis Külliyatı’nı gelecek nesillere ulaştıranlar, onlar olmuştur. Sahâbe-i Güzîn, bazı gazve ve toplantılara katılarak Hazret-i Peygamber’in yanında yer almaları, Allah yolunda mallarını harcamaları, Resûlüllah’ın vahye ve ilhama dayanan medhine nail olmaları gibi sebeplerle aralarında ilim ve fazilet bakımından farklılıkları “efdaliyetleri” olsa da hepsi sahâbe olma şeref ve derecesinde eşittirler.

Hadis usûlü ilmine göre bütün Eshâb-ı kiram, sikadır “güvenilir ve âdildir”. Hazret-i Peygamber’den duydukları ve gördükleri şekilde İslam’ı yaşamış ve nakletmişlerdir.

 

MEZHEP GERÇEĞİ

 

Sahâbe döneminden sonra Mukaddes Kur’ân’ı, daha geniş anlamda İslam’ı yanlış anlayan ve tatbik edenler görülmüştür. Bu durum karşısında Müctehid âlimler, verdikleri fetvalarla Sahâbe’den naklolunan İslam’ı sistemleştirerek -doğru şeklini- Müslümanlara açıklamışlardır. Böylece İslam’ın yanlış anlaşılması ve yayılmasının önüne geçilmiştir. Bu çalışmaları yaparken Müctehidler, “ben mezhep kuruyorum” dememişlerdir. Sonradan o dirayetli kişilerin ictihad ve fetvaları, talebelerinin fikir ve katkılarıyla mezhep hâline gelmiştir.

Hicrî 2. asırda başlamak üzere 3. ve 4. asırlar, “İctihadlar Dönemi”dir. Bu dönemde  İmam-ı A’zam Ebû Hanife (ö.150/767), İmam-ı Mâlik (ö.179/795), İmam-ı Şâfiî (ö.204/820), İmam-ı Ahmed ibn Hanbel (ö.241/855), Ebû Mansur Maturidî (ö.333/944), Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (ö.324-330/941) gibi Mutlak Müctehid âlimler yetişmiştir. Bunlardan önce bazı Mutlak Müctehidler gelmişse de, bağlıları kalmadığından mezhepleri devam etmemiştir. Ancak Ehl-i Sünnet olarak bilinen Fıkıh’ta dört mezhep ve Akaid’te iki imamın ictihad ve fetvaları, asırlarca yaygın bir şekilde uygulanarak bugüne kadar gelmiştir.

Müslümanların çoğu, Ehl-i Sünnet’i temsil eden Dört Mezhep şemsiyesi altında toplanmıştır. Fakat bu topluluğun dışında kalanlar da olmuştur. Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: 

Yahûdiler yetmiş bir, Hristiyanlar yetmiş iki, İslâm ümmeti de yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan yetmiş ikisi, cehenneme girecek, ancak biri kurtulacaktır. Kurtulan cemâat, benim ve eshabımın yolundan gidenlerdir (Tirmizi, İman 18; İbn Mâce, Fiten 17; Ebû Dâvud, Sünne 1).

İslam âlimleri, bu cemâatin, Ehl-i Sünnet olduğunu bildirmektedirler. Çünkü Sünnî Müslümanların en önemli özellikleri arasında şunlar vardır:

(1) Yüce Allah’ın zât ve sıfatlarına Müctehidlerin açıkladıkları şekilde inanırlar,

(2) Sahabe-i Kiram’a ayırım yapmaksızın derin saygı gösterirler,

(3) İslam’ın bütün alanlarında Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’ı ölçü alırlar,

(4) İslam’ın nakle dayandığını ifade ederler,

(5) “Akl”ın dinin temeli değil, aracı olduğunu kabul ederler.

 

MEZHEPSİZLİK

 

Mezhepsizlik, yaklaşık 1500 yıllık İslam mirasına, Tefsir, Hadis, Akaid ve Fıkıh ulemasına başkaldırıdır. Bu dini anarşinin temelinde Felsefî akım, İslam düşmanlığı, Oryantalizm ve Misyonerlik vardır.

Şu âyet-i kerimeyi iyi anlamaya çalışmalıdır:

Kim, Peygambere (onun hadislerine, o hadisler çerçevesinde ictihad eden Müctehidlere) karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan (İslam âlimlerince açıklandıktan) sonra Mü’minlerin yolundan başka (Yahûdi ve Hristiyanlarca önerilen) bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir (Nisa, 115)!

Bu konuda İslam âlimleri şöyle diyorlar:

Mezhepsizlik, dinsizliğe götüren bir köprüdür (Düzceli âlim: Zâhid el-Kevserî “ö.1952”, Makalât, s.163).

İslâm Şerîatı’nı tehdit eden en tehlikeli bid'at, mezhepsizliktir (Suriyeli âlim: M. Said Ramazan el-Bûtî “ö. 2013”, Mezhepsizlik, 1976, s. 146, 182, 192, 206).

İddia: Ehli olan ictihad eder, bilmeyenler bilenlere sorar ve aldıkları bilgiye, fetvaya göre amel ederler. Müslümanların tek bir fıkıh mezhebine bağlı kalmaları mecbûriyeti yoktur, ihtiyaç duyduklarında, sıkıntıya düştüklerinde diğer fıkıh mezheplerinden de fetvâ alabilirler, bunlara göre de dinlerini yaşayabilirler (Hayrettin Karaman). 

Doktorasını yapan, her kişi Müctehittir (Hayrettin Karaman).

Herkesin ictihad etmesi farzdır, bir mezhebe veya mezheplere göre yaşamak, yani taklid, haramdır (Vehhabî/Selefî Nâsırüddin el-Elbânî, ö.1999).

Alimlerin cevabı:

Mukallid’in mezhebinden dönmeye hakkı yoktur. Mukallid’e vâcip olan, Müctehid'in deliliyle amel etmektir (İbn Abidîn “ö.1836”, Reddü’l-muhtâr, Tâlik ve Rada babı).

Müctehid olmayan herkes, mukallid’dir. Burada mukalld, İslamî ilimlerde bir ıstılâh/terimdir. Nitekim müctehid de aynıdır. Müctehid’i sözlük anlamında “çalışmak, cehdetmek” şeklinde algılamak, son derece vahim hatadır, hatta ilme ihanettir.

Reddülmuhtar’da fakihler/âlimler, yedi sınıfta gösterilmiştir:

(1) Mutlak Müctehid (Dört Mezhep imamı gibi), (2) Mezhepte Müctehid (İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed gibi), (3) Mes’elede Müctehid (Hassâf, Tahâvî, Kerhî gibi), (4) Tahric Erbâbı (Ahmed el-Cessas, Ebû Bekr er-Razî gibi), (5) Tercih Erbâbı (Ebu’l-Hasen el-Kudurî, Burhanu’d-dîn Mergınanî, Kemâlüddin ibn Hümâm gibi), (6) Eshâb-ı Temyiz (Kenz’in sahibi Ebu’l-Berekât en-Nesefî; Muhtâr’ın müellifi Ebu’l-Fazl Mecdü’d-dîn Mevsılî, Vikâye ve Mecma’ sahibi İbnu’s-Sâ’atî gibi), (7) Sırf Mukallid (bu sınıflara girmeyen âlimler). (Bkz. İbn Abidin, Reddü’l-muhtâr: Mukaddime)

İbn Abidin bu eserinde sadece baştan üç sınıfı Müctehid, diğer dört sınıfı, Mukallid âlim olarak tanımlamaktadır.

Mısırlı âlim İmam-ı Şârânî “ö.1565” bu konuda mukallid erbabına şöyle der: Müctehidlerin dediklerine göre amel et! Çünkü sen, onların ilim dâiresi içindesin. Onların makamına varmadıkça, doğrudan Kitap ve Sünnet’e ulaşmakta, onları geçmen ve hiçbir zaman hükümleri onların aldığı yerden alman mümkün değildir (Mizanü’l-Kübrâ, s. 41, 45).

 

CUMHÛR’A MUHALEFET

 

Bu konuda bazı örnekleri şöyle verebiliriz:

İddia: Mehdi inancı kesin bir inanç unsuru/ögesi değildir. Kur'an'da yoktur. Hadislerde geçen de yoruma tabidir; her zaman bize rehberlik edecek iyi insanlar anlamına da gelir. O'nun geleceğine inanmayan da Müslümandır (Hayrettin Karaman).

Cevap: Ehl-i Sünnet Müslümanları Hazret-i Mehdi’nin geleceğine inanırlar. Çünkü hadislerle açıklanmıştır (Bkz. Buharî, K. Enbiya, 49; Müslim, K. İman, 244, 247).

İddia: Hazret-i. İsa'nın geleceği konusu, İslam'ın olmazsa olmaz inanç esaslarından biri değildir. Çoğunluğun inancına göre geleceğini kabul edelim; peki ne yapacak gelince? Son Peygamber'in dinine uyacak, yeni bir din getirmeyecek, dini ve ahlaki bozulmalara karşı mücadele edecek. O gelmese bile bizler zaten bunları yapmakla yükümlü değil miyiz? (Hayrettin Karaman). 

Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’nın Cevabı:

Mehdiliğin bir vasıf olduğu, mehdinin ve deccalin bir şahs-ı manevi olduğu şeklinde açıklamalar vardır. Ancak hadislerdeki mehdi ve deccal, muayyen şahıslara işaret etmektedir ve bunlar kıyamete yakın geleceklerdir. Dolayısıyla bu mehdi, şahs-ı maneviden başka bir şeydir. Mesela, şahs-ı manevi tezinin en önemli savunucularından biri, Said Nursi’dir.

Nüzûl-i İsa ve mehdilik meselelerini savunan Zâhid el-Kevserî ve birçok âlim, bu konuda müstakil eserler yazmışlardır. Onları bu tür çalışmalara sevk eden sebep, dini anlama usûlünün, diğer bir anlatımla kadim metodolojinin bu yolla tahrip edilmesidir. Zira naklî temelleri olan bu inancın inkârı, ciddi bir metodolojik tutarsızlığı beraberinde getirmektedir.

Şöyle ki, mehdi inancını reddedelim diyenler, eğer bu hadislerin geçtiği kitaplardaki tüm hadisleri kullanmayalım derlerse tutarlıdırlar. Mesela Ebû Dâvud’un iman, ihlas, ilim, tefsir, alışveriş, nikâh vb. hadislerini kullanırım, mehdi hadislerini ise yok sayarım diyorlarsa, bu tutum, çelişki ve tutarsızlıktır. Zira tüm bu hadisler, aynı râvilerle ve aynı yöntemle nakledilmişlerdir (Mehmet Ali Büyükkara).

İddia: Zuhr-i âhir (son öğle namazı) diye bir namaz yoktur; kılınması uygun değildir. İsteyen Cuma’dan önce de sonra da istediği kadar nafile namaz kılabilir (Hayrettin Karaman). 

Cevap: Zuhr-i âhir (son öğle namazı), dört mezhebin kaynak bütün Fıkıh kitaplarında Cuma namazının şartlarının gerçekleşmemesi sebebiyle âlimler tarafında ele alınmıştır. Elbette bu konuda farklı görüşler de vardır.

Zuhr-i âhir yoktur” demek, bir ilim adamına yakışmıyor. Bunu ancak bir sokak adamı söyleyebilir. “Var, fakat ben, şu şu sebeplerden buna inanmıyorum” diyebilirdi.

İddia: Muaviye’yi ne severim, ne de söverim (Hayrettin Karaman).

Cevap: Hazret-i Muaviye, sahâbe-i kiram’dan ve vahiy kâtiplerindendir. Vahiy kâtibinin ne demek olduğunu bir Müslümanın iyi anlaması lâzımdır. Sünnî Müslümanlar, Eshâb-ı kiram arasında ayırım yapmadan hepsini sever ve onları hayırla yâd ederler.

Eğer bu sözde bir ideoloji yoksa (Şiîler, Hazret-i Ali’ye karşı çıktı diye Hazret-i Muaviye’ye ta’n eder, ona lânet okurlar. Eğer bu görüş tercih edilmemişse), o zaman Cemel vak’ası’nda Peygamber aleyhisselâm’ın pak zevcesi Hazret-i Âişe’nin karşısında yer alan birçok sahâbe-i kiram vardı. Onlar hakkında neden söz söylemiyor? Demek ki, bu tercihte bir ideoloji var?

Ehl-i Sünnet Müslümanları bu konuyu kökten halletmişlerdir. Sahâbe-i kiram arasında vuku’ bulan ayrılık ve karşılaşmaların, ictihad ayrılığından ortaya çıktığına inanırlar. Bu durumda Müctehid, yanılsa bile, azap görmeyecektir. Ancak bu müctehid, Modernistlerin iddia ettikleri türden -Kur’an’ı eleştiren, Hadislere inanmayan, iman etmeyen Ehl-i Kitab’ı cennete koyan- müçtehitlerden(!) değildir.

 

MASONLUK

 

İtiraf: C. Afganî, amacını gerçekleştirmek üzere İskoç mason locasına girdi… Efgânî bu defa French Grand Orient’a bağlı millî bir loca kurdu. Bu locanın üyeleri kısa zamanda çoğaldı; önemli kişiler, bazı âlimler ve devlet adamları locaya girdiler (DİA’da “Afganî” maddesini yazan: Hayrettin Karaman). 

Tasdik: 33 derece masonluk derecesine yükselen Adnan Oktar, Masonlarla ilgili şu açıklamayı yapar:

Masonlara 27 dereceden sonra masonluk sırları verilmeye başlanır. Masonluk sırrı, Şeytan’a tam tâbiiyyet, Şeytan ne diyorsa, onu yapmaktır. Trans hâlinde iken masonlar, şeytanla bağlantıya geçerler. Şu bir gerçektir ki, masonlar, dini, hiçbir dini asla kabul etmezler. Başlangıçta inanıyor gibi görünürler, fakat bu bir taktiktir. Bunun bir taktik olduğunu kendileri de söylüyorlar (2008 Tempo TV ve 2009 ve 2013 A9 TV Adnan Oktar).

İddia: Efganî bir Müceddid’dir (DİA’da “Afganî” maddesini yazan: Hayrettin Karaman). 

Cevap: Hayır, öyle değil, Hayrettin Hoca! Doğrusunu söylemiyorsun, o münafık bir Müfsid’dir. Dine inanmayan bir kişi, İmam-ı A’zam gibi bir müceddid olabilir mi? O, münafıkların başı Abdullah b. Abdillâh b. Übeyy b. Selûl’e veya F. Gülen’e benzetilebilir. Çünkü F. Gülen de münafıklık/masonluk cübbesini giyenlerdendir. Acaba bu basîret kapalılığı, senelerce FETÖ kurumlarında danışmanlık yapmanın zulmetinden mi geliyor?

Sonuç: (Onlar,) sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (hidâyet yolunu görmezler) (Bakara, 18)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.