Efendimiz dört yaşına girince, süt anne Halîme hatun bu büyük emâneti sahiplerine iâde etmek için, bir grup insanla çıktı yola. Sonra mola verdiler. O, bir ihtiyaç için, nur yavrusunu yol arkadaşlarına bırakıp ayrıldı. Ama geri döndüğünde dünyâ başıma yıkılmıştı. Çünkü yavrusu kaybolmuştu. Târifsiz bir telâşa kapıldı. Mecnun gibi sağa sola koşuyor, önüne çıkana yavrusunu soruyordu: Ama cevaplar hep aynıydı. - Hayır, görmedik. Yüreğinden vurulmuştu. Bu ara yaşlı bir adam yaklaşıp sordu: - Hanım, derdin nedir? - Oğlumu kaybettim. - Üzülme, onu bulacak birini biliyorum. - Kimdir o? - Hübel, dedi ve gidip yalvardı o puta: - Ey tanrım! Bu kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş. Onu çocuğuna kavuştur. O, Muhammed ismini anar anmaz Hübel yere yıkıldı. Ardından öbür putlar patır patır yerlere serildiler. Ve hepsi aynı şeyi haykırıyordu: - Muhammed aleyhisselâmın dîni, bizim gibi sahte tanrıların sonu olacaktır. İKİ GÖZÜ İKİ ÇEŞMEYDİ Halîme hâtun, Mekke'ye varıp, doğruca Abdülmuttalib'e gitti. İki gözü iki çeşmeydi. Abdülmuttalip telâşlandı. - Ey Halîme, niçin ağlıyorsun? - Sormayın, oğlumu kaybettim. Mübarek Dede, doğruca Kâbe-i şerîfe gidip yalvardı: - Ey Allahım! Torunumu bana lütfet! Kâbe'den bir ses yükseldi: - Torunun, Tihâme vâdisindeki muz ağacının altındadır. Atına atlayıp, sür'atle koşturdu oraya. Evet, Efendimiz, oradaydı. Koşup sarıldı torununa. Bağrına bastı ve şükretti Rabbine. Halime hatun da sevincinden uçuyordu. E-mail: abdullatif.uyan@tg.com.tr Tel: (0 212) 454 38 10 www.siirlerlemenkibeler.com