Levn-i İslambol

A -
A +
Gülhane'ye ne olmuş böyle? Ağaçlar yakut kesilmiş yanıyor. Dur bu çiçeklerin bir adı vardı? Ay çatlayacağım, dilimin ucunda.  Ya Rabbi yarım aklım sana emanet. Ergun diyesim var, Elvan, Erdogan...
Erguvan olmasın?
Hay ceddine rahmet, he ya!
Efendim Erguvan İstanbul'a has bir nebat, ahşap evlere, yalılara, mescitlere, mezar taşlarına yakışıyor. Yalnızlıktan hazzetmiyor, çınarların ve selvilerin eteğine ilişiveriyor.
Ah elli yıl evvelinin İstanbul'u olacaktı ki, takalar mavnalar da girerdi kadraja. Deniz de renklense ne curcuna olurdu ama!  
Erguvanın ömrü çok olsun üç hafta. Sayılı gün su gibi akar, dur yarın, öbür gün diyenler fotoğrafını çekemeden kaçırırlar. Haydi bir başka bahara...
Her ağacın gölgesi karadır, onunkiler alev alev yanar. Çiçekler, döküldü mü zemini  kızıla boyar. İstanbul Mayıs'ta fethedildiğine göre Fatih'in askerleri gölgesinde oturmuştur mutlaka. Surlara üç hilal asıldığında veda vaktidir. Bu cihan iki sultana dar, Asitane iki kırmızıya fazla!
 
ERGUVANİ
Erguvan Neşv-ü nema ederken bebek avucu gibi pembeciktir, rüzgarla pişer, güneşle kavrulurlar. Kızarır, morarır, döner bordoya.
İstanbul'un denizi mavi, göğü mavi... Dağı yeşil, bayırı yeşil. Eh aralara küçük kırmızı lekeler gerekir ki bunu erguvan sağlar. Şairlere sorarsanız lav gibi akıcı, alev gibi yakıcıdır, bahara adını koyar. Belki de bu yüzden levn-i İslambol (İstanbul'un rengi) derler ona.
Erguvanî tabii yollarla üretilmesi zor bir renktir. Olur ama masraf açar. Bu yüzden güç sembolüdür, Bizans'ta imparator dışında kimse erguvani pelerin takamaz.
Osmanlı da alı moru sever ama böyle albenili renkleri libasta kullanmaz.  Ordugâhta sultan çadırı erguvan olabilir anca. Nakkaşlar erguvaniyi kubbeye, kasnağa yakıştırırlar.
Erguvan güneşten hoşlandığı kadar isten, sisten, çiğden de hoşlanır. Lodosa, keşişlemeye, karayele kucak açar. İstanbullu olmak bunu gerektirir zira.
YERİNİ YURDUNU BİLİR
Alıp dikerseniz, tutar, nazlanmaz.  Kendine yer bulmakta da zorlanmaz. Tohumu boldur yayılıverir yamaçlara. Tutunduğu yerde üç beş gövde birden patlar. Altındakilere de kol kanat gerer, bencil değildir asla. Yağmurdan gayri su, güneşten başka ışık tanımaz, kirli havaya, kuşa, böceğe haşereye aldırmaz, başına buyruktur bir bakıma.
Erguvan ağacı kışın çıplaktır, avlusuna iliştikleri camileri türbeleri saklamaz. Kemik gibi kurumuş dallara bakar hayret edersiniz, yahu şunlar mı bezenecek bahara. 
Çiçekleri tatsız kokusuzdur, lakin İstanbullular salatanın üzerine atar, renk yaparlar. 
Sultanü'ş-şuara Baki, erguvan üzerine dökülmüş yağmur damlalarını inci ve yakutla süslü fidana benzetir.
 "Dür ü yakut ile bir nahl-i murassa sandum
 Ergavan üzre dökilmiş katerat-ı emtar."
 Hayali ise erguvana letafet bahçesinde servi olmayı tavsiye eder.  Aşıkların kanına girip kızarmaktansa.
"Letafet bağına serv ol, giriftar-ı hazan olma 
Girip kanına uşşakın nihal-i erguvan olma"
 Karamanlı Nizami, sevdasından ölürse mezarında erguvan biteceğini yazar.
"Ger edersem kodd ü ruhsarın yolunda can revan / Bitiser sinümde sinem üzre serv ü ergavan" 
Bakın şimdi tam vakti, bu şölen kaçmaz. Yoksa Şair H. Yavuz gibi "Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden / geriye sadece erguvanlar kaldı" dersiniz sonra.
LAL RENKLİ LALE
Lale ise Asyalı bir çiçek, Türklerle birlikte Anadolu'ya geliyor. İstanbullu onu pek seviyor, lalezarlarda yetiştiriyor, laledanlarda sergiliyor. Nakkaşlar, çiniciler, müzehhipler laleden vazgeçemiyor. Halılara, kilimlere, kumaşlara işleniyor.
İlk kültür lalesini Ebussuûd Efendi yetiştiriyor, adını da "nûr-u adn" yani "cennetin nuru" koyuyor.
Eskimez yazıda Allah lafz-ı celali, iki "lam" bir "elif" ve bir "he" ile kaleme alınıyor. Lale de öyle... Ebcedle hesaplarsanız ikisi de 66 çıkıyor. Zaten altmışaltıya bağlamak "Allah'a havale etmek" manasına geliyor. Belki şairler bu yüzden Lale'ye itibar ediyor.
Mazhar-ı ism-i celâl olmasa hakkâ lâle 
 Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle 
 İzzet Ali Paşa "eğer lale Allah'ın (Celle Celalüh) adının harflerini taşımasaydı bu mertebeye gelemezdi" diyor. 
DÜNYA FANİ ÖLÜM ANİ
Lale mevsimlik çiçek, ölmeyi solmayı bekliyor. Öyle gonca gibi meclislerin gülü değil, dağda bayırda yetişiyor, taşralı olduğunu saklamıyor. Bu yüzden mahzun, bu yüzden mahcup, yüzüne bakınca kızarıveriyor.
Ama Ferhat, Şirin'i lale görüyor. Şair Hayali kırmızı laleyi kanlı kefene bürünmüş aşıkâ benzetiyor. Fuzuli sır arayan kaşif,  İzzet Ali Paşa ise külah giymiş Mevlevi diyor.
Hayallerin genişliğine bakın, şimdi anlıyor musunuz neden herkes şair olamıyor?
Avrupalılar laleye, tulip, tulipano, tulipan diyorlar ki bunun sarıkla tülbentle olan alakası biliniyor.
Rivayete göre Kanuni Hollanda'ya lale soğanı yolluyor. Kralın adamları bunu bir şeye benzetemiyor, salataya doğruyorlar. Derken birinin aklına toprağa dikmek geliyor...
Sonra bir lale hastalığı (tulipomania) başlıyor ki nasıl anlatıla. Tek bir lale soğanının 9 bin altına satıldığı oluyor, borsada hisse senedi gibi işlem görüyor.
Osmanlı benzeri çılgınlıklara mani olmak için fiyat listesi belirliyor, Şeyh Mehmed Lâlezârî, serşukûfeci (çiçekçibaşı) tayin ediliyor. Rayicin dışına çıkanları ikaz ediyor.

PEMBE GÖNLÜM SENDE
 Lale adını "al"dan "la'l"den almış olmalı hamrâ, sürh, la'lîn, mercan ve kızıllar öne çıkıyor. Kebûd (mavi), kibritî (açık sarı), zerd (altın sarısı), duhanî (duman), leylaki, sefîd (beyaz) ve minâ da (gök renkli) hoş ama onlar bir adım arkada duruyor.   
Lâlenin; tavrı duruşu, şairleri mecaz aramaya itiyor. Onu anbere, askere, hançere, ateşe, yakuta, mercana, mollaya, hokkaya, kandile, taca, topuza, tuğraya, otağa benzetiyorlar. Cemreviye, temmuziye, bayramiye bahariye kasidelerinde mutlaka laleye yer veriliyor.
Derken bir "Çiçek Encümen-i Dânişi" kuruluyor. O sıralar İstanbul'da binlerce lâlenin ismini ezberden söyleyen meraklılar var, lale üzerine üç gün üç gece konuşabiliyorlar.
Gül-i Ruhsar (gül yanaklı), dürr-i yekta (eşsiz inci), nevpeyda (yeni peydahlanan), âfitâb-ı gülzâr (gül bahçesinin güneşi), kalaycı beyazı, bî-mânend (benzersiz), dil-cû (gönül arayan), aşçı moru, ferah- âver (ferahlık getiren), erik dibi, feyz-i hudâ, (Allah'ın bereketi), al pençe, hüsn-i Hasen (Hazret-i Hasan'ın güzelliği), ikrâm-ı Hakk, cüce moru, gülcü başı, kavs-i kuzah (eleğimsağma), tuğ-ı şâhî, nâzende (nazlı), necm-i nâdir (ender yıldız), nîze-i rummânî (nar renkli mızrak), semen-sîma (yasemin yüzlü), şakâyık-ı numânî (gelincik), şevk- efzâ (şevk arttıran), nûn-i gamze gibi adlar takılıyor.

 BAĞRI YANIKTIR
Lalenin kömür karası tomurcukları gönül yaralarına teşbih ediliyor. İçi kor ateş, dışı sükunet veriyor. Bu hali, yanık dervişin, mütebessim çehresini andırıyor. Osmanlılar köşkleri kasırları lalelerle donatıyorlar, sadece 2. Selim döneminde Kefe'den 300 bin lale soğanı getiriliyor. Cumaları bütün İstanbul, Kağıthane Lalezar mesiresine akıyor. 
O yıllarda İstanbul'a gelen Ms Julia Parabe adlı İngiliz seyyah "keşke, Shakespeare, Romeo ve Juliet'i yazmadan Boğaziçi'ni görmüş olsaydı" demekten kendini alamıyor.

ÇİÇEKİSTAN
Elbette İstanbul'u çiçeklerle bezemenin bir maliyeti var ama faydası daha fazla. Yabancı basında çıkan fotoğraflar turist ve döviz olarak dönüyor İstanbul'a...

UNUTAMADIKLARIMIZA
Müslümanlar mevtalarını hayırla yâd eder, Yâsinler, Tebarekeler, Fatihalar okur. Kabir üzerine hangi çiçeği ekseniz olur ama lale kısa ömrü ve bükük boynuyla ölümü hatırlatır, sanki daha bir yakışır mevzuya.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.