Fransa'nın problemlerine "fransız" kalamıyoruz. TV muhabiri, soruyor: -Paris'te ortaya çıkan olayları neye bağlıyorsunuz? Olup bitenler öncü mü, artçı mı? Nasıl olsa, atış serbest. Frankofon ve de frankofil dostumuz, açıyor ağzını, yumuyor gözünü, "Deja vu"(*) diyerek, olayları bilinen bir şablona oturtuveriyor. Doğrusu, gıpta ediyorum! Ayakkabısını bağlamakta bile zorluk çeken, sakar bir adam olarak, bendeniz, olup biteni tam manasıyla hiçbir yere bağlayamıyorum. Ne demişler, lodos eserken, kuma yazı yazılmazmış! Fransızlar, kelimelerle oynamaya, nüanslar arasında sıçramaya, fantezi üretmeye, bayılırlar. Bizim akademik frankofiller de öyledir. Bildiğiniz gibi, Fransız kültürünü hazmetmiş bol miktarda entelektüelimiz var. Hafta başında, bir vakıf üniversitesinde ilim ve irfan saçan, "kökten frankofil" diyebileceğim birkaç meslektaşı ziyarete gittim. Pipolarını yakmışlar; bir yabancı gazetenin manşetinde yer alan "Paris Komünü" ibaresini tartışıyorlar. Bir tanesi, esneyerek ve gerinerek diğerine soruyor: -Sartre sağ olsaydı, sence bu manşeti ve isyan eden kitleleri nasıl değerlendirirdi? Diğeri biraz düşünüyor ve çenesindeki kırlaşmış sakalını kaşıyarak cevap veriyor: - "Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şeyiniz yok! Devam edin!" derdi. Bu kadar üst düzeyde bir sosyopolitik analize dayanamıyorum ve yıllar öncesinde hafızama kazınan bir şiirle karşılık veriyorum: Herifçioğlu Sen Mişel'de koyuvermiş sakalı Neylesin Bizim Köy'ü, Nitsin Mahmut Makal'ı Bir elinde telefon, bir elinde kesesi Uyyy!.. yesun oni nenesi, yesun oni nenesi. *** Rivayet odur ki, Bedri Rahmi, Paris'te bulunduğu yıllarda, bir gün, Turan Güneş Hoca'yı ülke sorunlarına kayıtsız kalmakla itham etmiş. Mahmut Makal'ın, Bizim Köy romanını ciddiye almadığı için Turan Hoca'ya çok kızmış ve yukarıdaki satırları karalamış. (Bize sorarsanız, Turan Hoca, ülkesine Bizim Köy romanının gözlüğüyle bakmamakla isabet kaydetmişti; haklıydı.) Şiirin doğurduğu kahkaha tufanı sürerken, Herifçioğlu, önündeki kahve fincanını deviriyor, şiddetli bir kahkaha sağanağı daha boşalıyor. Bir süre sonra, bulunduğumuz odada iyice duman altı olup, oksijenin azaldığını hissedince, ayrılmak zorunda kalıyorum. Boğaz'ın serin rüzgarı ile toparlanmaya çalışıyorum. ? "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" yetmiyor... Fransa'nın iktidar seçkinleri, "Magribi Lumpen, haşarat, pislik, ayak takımı" diye tanımladıkları "işsiz ve bunalımlı yığınlar" ile baş edemiyor. Fransa, geçmişi itibariyle, sadece şarap değil, "giyotin, aydınlanma, devrim ve rejim" de ihraç edebilen bir ülke sıfatıyla, bir dizi yeni "entegrasyon ve asimilasyon" projeleri üretmek zorunda. Ne var ki, çoğunluk milliyetçiliğine ve ırkçılığına duyulan azınlık öfkesini teskin etmek kolay değil. Peki, Fransa, bu travmayı atlatmak ve varoşları aydınlatmak için ne yapmalı? Mesela: Paris'in tüm banliyölerini, üzerinde Fransız İhtilali'nin mirası olan "Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet" (Libertè-Egalitè-Fraternitè) gibi sloganları barındıran posterlerle donatarak kızgın kitleleri yatıştırmalı. Bazı İngiliz gazeteleri, vaktiyle bizim Jön Türkler'e ("Bön Türkler" de diyebilirsiniz!) çok efsunlu görünen bu kavramların içinin boşaldığını iddia ediyor ve bunlara bir de "Realite" kelimesinin ilave edilmesi gerektiğini hatırlatıyor. *** Her neyse, sonuç olarak olayları hiçbir yere bağlayamadık. Bütün bunlardan bize ne, öyle değil mi? Bir kısım aydınımız, böyle durumlarda müthiş bir beyinsel konfor içinde, her zaman olduğu gibi Orhan Veli'nin 'Cımbızlı Şiir'ine sarılır ve şöyle mırıldanır: Ne atom bombası Ne Londra Konferansı Bir elinde cımbız Bir elinde ayna Umurunda mı dünya! ..... (*)Deja vu: Daha önce de tanık olmuştum, görmüştüm...