Üsküdar'dan, Sirkeci'ye geçiyorum. Gözüme çarpan imar rezaletleriyle, bir kere daha sarsılıyorum. İstanbul'un o muhteşem silüetini hançerleyen ve hançerletenlere öfkeleniyorum. Züğürt tesellisi kabilinden, aşağıdaki satırları karalıyorum. *** Ekonomik faaliyet, bir yönü itibariyle bölüşüm kavgasıdır. İktisatçılar ve özellikle de liberal geçinenleri "Bölüşüm piyasada olsun. Devlet, hakem olsun!" diye kendilerini yırtarlar, ama işler fiilen pek de öyle yürümez. Devlet, kendisine biçilen "hakemlik" rolünden çok fazla hoşnut değildir. Oyunun yarısında kuralları değiştirmek, boş kaleye penaltı çekmek, sarı ve kırmızı kartlarını unutmak, takımlardan birinin lehine oyuna dahil olmak, sık sık rastlanan kurnazlıklardır. Bu tür ilişkilerin egemen olduğu bir ekonomide, "Bölüşmek için üretmek gerekmiyor!" tarzında birtakım ön yargılar, kök salmaya başlar. Bölüşüm, "steril bir ortamda ve piyasada" değil, son derece organize yapılanmalar aracılığı ile "kapalı kapılar ardında" kotarılır. Böyle gelmiş... İçeride gerçekleştirilen transfer faaliyetlerinde, bazı dış bağlantılar da devreye girer. Diğer taraftan, hükümetlerin "vergi, harcama ve borçlanma" politikaları da bölüşüm ilişkilerine yönelik bir dizi köklü müdaheleyi simgeler. Bürokrasi, bölüşümü koordine eden bir mekanizmaya dönüşür. Patronlar, faaliyet dışı alanlardan para kazanmanın cazibesine kendilerini kaptırırlar. Dolayısıyla ne olur? Özel sektör, bir türlü özelleşemez. Kısacası, sistem rant üretiyorsa, onu kovalayan birileri de mutlaka olacaktır. Bölüşüm ilişkilerinde ortaya çıkan yozlaşma, "demokrasi, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkesi" gibi kavramların da içini boşaltmaya başlar. Hukuk, güçlünün iradesine indirgenir. Böyle bir tablo, "Devlet, sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Devlet, egemen sınıfların baskı aracıdır!" tarzında bir dizi aforizmayı gündeme taşır. Ahbap çavuş kapitalizminin kök saldığı bir ülkede, "Nasıl bir devlet, nasıl bir piyasa?" diye sormak cesaret işidir. Sistem, başta "hukuk ve ahlâk" olmak üzere, kendini koruyacak üst yapı kurumlarını da üretir. Medyanın büyük bir bölümü, bindiği dalı kesemeyeceği için, böyle bir yapılanma ile organik bir bütünlük içindedir. Böyle gitmez! Müesses nizam, reform hamlelerini püskürtmek konusunda çok beceriklidir. Başarısız ve yarıda kalan reform çabaları, "statükoya meşruiyet kazandırmak ve yozlaşmayı taltif etmek" bakımından son derece önemli fonksiyonlar icra eder. Böylece, reform teşebbüslerinin doğurduğu hayal kırıklığı, geleceğe yönelik girişimlerin önünü şimdiden kesmiş olur. "Böyle gelmiş, böyle gider!" diyenler ve "statükodan beslenenler" haklı çıkmış gibi olurlar. Avrupa Birliği'ne yönelik entegrasyon çabaları da "Bize uymaz, abi! Biz girersek, ulusal onurumuzu zedeletmeden gireriz" tarzında hamaset ve demagojilerle daha doğmadan, öldürülmeye çalışılır. "Müflis ve tefeciye düşmüş" bir kamu maliyesi, ulusal gururlarına çok düşkün olan iktidar seçkinlerini, hiç ilgilendirmez. Böylesi durumlar, IMF ile imzalanacak Stand-by düzenlemelerine havale edilir. "Değişim ile statüko" arasında, dış şartların zorladığı bir gerginlik yaşandığında, problem, statüko lehine çözümlenir. İç tehdit ve dış tehdit, sürekli olarak canlı tutulur. Böylece, sistemin sorgulanması önlenmiş olur. Ülke, "yolsuzluk ve kokuşmuşluk" endekslerinde, füze gibi tırmanmaya başlar. *** Anlaşılan, Nobel Ödüllü Meksikalı şair Octavio Paz da aynı konulara kafa yormuş, "Üçüncü Dünya'yı" şöyle özetlemiş: "Güçlülerin zayıfları ezdiği, siyasetin ekonomiye, hiyerarşinin ehliyete, karanlık ilişkilerin hukuka baş eğdirdiği, sistemi sorgulayanların cezalandırıldığı, insanın ve insani değerlerin aşağılandığı yer!" Ne dersiniz? Gözünüz bir yerden ısırıyor mu?