"Ekonomide bedava fiil yoktur!"

A -
A +

Geçenlerde şöyle bir 'e-posta' aldım: "Komşunuz işini kaybettiğinde, bu resesyondur. Siz, kendi işinizi kaybederseniz, bu bir depresyondur!" Yukarıdaki "psiko-ekonomik" vecizeyi Keynes okumuş olsaydı, istihdam teorisini herhalde başka türlü yazardı! Şaka bir yana, istihdam problemine kendimizin ya da komşumuzun fantezileri ile değil, makro gözlük ile bakmak durumundayız. Problemin kısa dönemde halledilmesi mümkün değil. Böyle bir sihirli değnek yok, ama sakar değnek çok. Eski iktisat hocaları, "Ekonomide bedava fiil yoktur!" derlerdi. Gerçekten alınan her kararın, ödenmesi gereken bir bedeli var. Türkiye, vaktiyle borç parayla kurulmuş saadet zincirlerinin kırılmasının sonuçlarını yaşamaya devam ediyor. Sıra kurnazlığın bedelini ödemeye geldiğinde, hemen aslan kesiliyoruz. Bir piyasa ekonomisinde, kaynakları yanlış ve çarpık dağıtmanın maliyeti çok yüksek oluyor. Kurnazlık, geniş halk kitleleri için yoksulluk, işsizlik olarak kristalize oluyor. Esasen kötü olan gelir dağılımı, daha da bozuluyor. Ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu krizlerden sonra daha iyi anlıyoruz. Ödenen ve ödenmesi gereken bedeli önceliklerin çarpıtılmasının bir sonucu olarak da görebiliriz. Nasıl becerdik? Fizik kapitalin vermediği verimi, finans kapitale vermeye alıştık, kendimizi kandırdık. Özel kesimin gerçekleştirdiği tasarrufların önemli bir bölümü, "düşük kur-yüksek faiz" ikilisinin uyardığı saadet zincirine entegre oldu. Hazine, kamu kesimini finanse ederken, özel kesim bir bölümünü de finanse etti, oyuna ortak etti. Kısa vadeli sermaye girişlerine bağımlı saadet zinciri, iktisat politikalarını 'borç yönetimi' problemine tutsak etti. Bu mekanizma 'bölüşüm' ve onun yansıması olan 'gelir dağılımı' süreçlerini yeniden yapılandırdı. Tam bir transfer toplumu olduk. Üretmek cazibesini kaybetti 'üretmeksizin bölüşmek' ön plana çıktı. Tehlike nerede? Bir süredir, işsizlik ile mücadele adına makroekonomik istikrarı tehdit eden bol miktarda çözüm önerisiyle tanışıyoruz. Unutmayalım ki, Türkiye'de, statükoya yönelik her türlü makyaj sırıtıyor, dökülüyor, akıyor. Dolayısıyla, statükoyu yeniden üretmeye yönelik bir makyajlama operasyonunu yapısal reform olarak nitelemek mümkün değil. Ülkemiz bir reform yorgunluğu yaşıyor. Reform yorgunluğu denilen süreç, önceliklerin çarpıtılması ile sonuçlanırsa çekilen bütün sıkıntılar boşa gitmiş olur. Enflasyon ile mücadele ve aynı anlama gelmek üzere anti-enflasyonist para ve maliye politikaları, 'hastayı bitkisel hayata sokarak, ateşini düşürme operasyonu!' olarak algılanırsa o zaman işler pek iyi gitmeyebilir. Böyle bir ortam, popülizmi ve krizi ateşler. Yaşadığımız krizler, yıllarca halının altına süpürülen problemlerimizi ortaya dökmek açısından son derece yararlı oldu. Hükümetin halının altından çıkanları yeniden halının altına süpürmek gibi bir alternatifi ve lüksü olduğunu sanmıyoruz. Ekonomik ve finansal krizler nihai olarak en fazla üretenleri ve çalışanları olumsuz etkiliyor. İstikrarsız ortamın beslediği ekonomik belirsizlik, üretmeyi ve yatırım yapmayı cazip olmaktan çıkarıyor. Yapılabilecek tek bir iş kalıyor; o da, fiyat istikrarı hedefinden sapmayan yeni bir sermaye birikimi modeli için gerekli şartları oluşturmak. *** Özetlemek gerekirse, Kopenhag ve Maastricht Kriterleri diye bilinen iki kutu acı ilacı içmekten başka bir alternatifimizin olmadığı anlaşılıyor. Haksız mıyım?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.