Herkes kendine göre, kendine, çevresine topluma faydalı olmak ister. Fakat hizmet etmek, faydalı olmak kolay değil. Bazen insan, kaş yapayım derken göz çıkarır, faydalı olayım derken zararlı olabilir. Hizmet hezimete dönüşebilir. İnsanlara faydalı olabilmek, İslâmiyete hakkıyla hizmet edebilmek için üç şart vardır. Bu üç şarttan ne kadar çok istifâde edilirse, o kadar faydalı hizmet verilmiş olur. Bu üç şart şunlardır: 1- İlim ve tecrübe: İlimsiz zâten hizmet olmaz. Nerede ilim varsa orada İslâmiyet var demektir. Çünkü, İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim öğrenmek emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Bir husûsu bilen bir kimsenin anlatması ile yarım yamalak bilen kimsenin anlatması bir olmaz. İnsanlara faydalı olabilmek için önce dîni çok iyi bilmek lâzımdır. Bunun için dînimiz, ilim sahibine ve ilme çok önem vermiştir. Ancak ilimle beraber tecrübeden de istifade etmek lâzımdır. Bir operatörün, mesleğini sadece ilmiyle icrâ etmesi mümkün değildir. Defalarca ameliyatlara iştirak etmesi, ilmini tecrübe ile birleştirmesi lâzımdır. AKILSIZ DOSTUN OLACAĞINA 2- Akıl ve siyâset: Ahmak kimse hangi işte olursa olsun, işine zarar verir. Bunun için, dîni anlatacak kimselerin akıllı ve zekî olması lâzımdır. Meşhur bir atasözümüz vardır: "Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun." Hizmette, akıl ile birlikte ilm-i siyâseti de devreye sokmak lâzımdır. Buradaki siyâset, bugünkü politikacıların yaptığı siyâset değildir. Kendisine ve başkasına zarar vermeden en iyi hizmeti yapabilmektir. Bunun için Müslüman, soğukkanlı olmalıdır. Duygularının, heyecanının esiri olmamalıdır. Nerede nasıl hareket edeceğini iyi bilmelidir. Evliyâdan bir zât, bir gün câmide akıl ve siyâset ile ilgili vaaz ederken buyurdu ki: "Diyelim ki içinizden birisi evine vardığında, bir de baktı ki küçük çocuğu evin çatısında tam kenarda yürümekte, düştü-düşecek durumdadır. Böyle durumda hemen heyecanlanıp çocuğa bağırıp çağırılmaz. 'Mâşâallah, sen ne güzel yürüyorsun. Aşağıya in, sana bak ne getirdim' denir. Aşağıya indikten sonra, onun anlayacağı şekilde, bir daha öyle tehlikeli yerlerde dolaşmaması için bağırır, çağırır azarlar. İşte bu bir siyâsettir..." Eskiden medreselerde, ilm-i siyâset dersi gösterilirdi. Talebenin biri, sıra ilm-i siyâsete gelince, "Buna lüzûm görmüyorum, ben artık gidebilirim" demiş ve medreseden ayrılmış. Yolda bir köye uğramış. İmâmın vaazını dinlemiş. Bakmış ki, bozuk i'tikâdlı biri. Namazdan sonra hemen ayağa kalkıp, cemâate, "Sizin bu imâmınız bozuk i'tikâdlı birisidir. Namazlarınız boşa gidiyor, bunun arkasında namaz kılmayın" demiş. İmâm kendini köylülere çok sevdirmiş biriymiş. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. İmâmın bir işâreti üzerine, adamı hemen dışarı atıp iyice bir dayak atmışlar. Talebe hatâsını anlayıp hemen medreseye geri dönmüş. İki sene de siyâset dersi aldıktan sonra, aynı köye tekrar gitmiş. Bu defa cemâate demiş ki: "Sizin bu imâmınız az bulunur bir insandır. Kıymetini bilin, her kim bunun sakalından bir tel koparır yanında bulundurursa, başına belâ gelmez." HER DOĞRU HER YERDE SÖYLENMEZ Bunun üzerine, cemâat imâmın sakalını yolmak için hücum eder. İmâm kendini dışarı zor atar, canını zor kurtarır ve köyü terk edip gider. Böylece bozuk i'tikâdlı imâmdan köylüleri kurtarmış olur. İşte bunlar siyâsete birer misâldir. Bundan anlaşılıyor ki, dîni anlatacak kimsenin, karşısındakilerin dînini ve dünyasını iyi bilmesi lâzımdır. Bu talebe cemâatin durumunu bilseydi önceki hâdise başına gelmezdi. 3- İhlâs: Yapılan bütün işlerin kabûl edilmesi ve âhirette faydası olması için bunların ihlâsla, yanî Allah rızâsı için yapılmış olması lâzımdır. İhlâs, dünya menfaatlerini düşünmeyip amellerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet ederken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun için âlimlerimiz, ilim, amel ve ihlâsın beraber olmasını şart koşmuşlardır. Bunlardan biri eksik olursa maksada kavuşulamaz.