Makam, mevki, mal, mülk, zenginlik... Allahü teâlânın insanlara verdiği güzel nimetlerdir. Aynı zamanda bir imtihan vasıtasıdır bunlar. Nimet sahibi kimseler, önceki hâllerini unutup kibir ve gurura kapılırlarsa, imtihanı kaybederler. Bunun sonucu olarak da, hem dünyaları, hem de ahiretleri perişan olur. "Kestane kabuğundan çıkmış; kabuğunu beğenmemiş", "Sonradan görme" gibi, bu tür insanlar için söylenmiş güzel sözler vardır dilimizde. Kişi, geçmişini unutmadan, sonradan kendisine verilen bu nimetlerden dolayı kibirlenmez ve bunların kıymetini bilerek yerinde kullanırsa, katlanarak çoğalır onlar... Tarihte çoktur bunların örnekleri. Bununla ilgili olarak, Mesnevî'de ibretli bir olay anlatılır: Bir av seferinde, Sultan Mahmut mert ve cesur bir köy delikanlısı olan Ayaz'la tanışır. Ayaz, hâl ve hareketleriyle çok memnun eder kendisini. Bunun için alıp saraya getirir. Kısa zamanda saraya intibak eder Ayaz. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı olur. Sonra, üçüncü vezir, ikinci vezir derken birinci vezirliğe kadar yükselir. KISKANÇLIK VE SAİZAN Ayaz'ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine yükselmesini kıskanan hasetçiler, Sultanın huzuruna çıkarak, "Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını, orada kendisi için biriktiriyor" derler. Sultan Mahmut, Ayaz'ın böyle bir şey yapmayacağından emindir, ancak dedikodulara mani olmak için, "Madem öyle, bu geceden tezi yok, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! İçeride ne kadar altın, mücevher bulursanız sizin olsun!" der. Gece yarısı, hasetçiler, kokmuş ayranın içine üşüşen hamam böcekleri gibi hücum ederler kulübeye. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü, ortalıkta hiçbir şey göremezler. İçeride sadece, duvarda koyun postundan bir kepenek ile bir çarığın asılı olduğunu görürler. Bu sırada, içlerinden birisi atılır: - Bunlar perdedir. Aldatmacadır. Altınları mutlaka yere gömmüştür. Hemen kazma ve kürek getirip, yeri kazalım. Derhal kazma ve kürek getirilir. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecan içinde kazmaya başlarlar. Altın, mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik deşik ederler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmez. Zaman geçtikçe, ümitleri de azalmaya başlar. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldururlar. Sabah olunca da, mahcubiyet içinde huzuruna çıktıklarında, Sultan tebessümle sorar: - Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Sultanın kinayeli konuştuğunu anlarlar hasetçiler: - Biz kabahatimizi biliyoruz. Pişman olduk. Bize ne ceza verseniz yeridir. Çünkü biz bunu hak ettik. GERİYE BAKMAYAN İLERİYİ GÖREMEZ Bunun üzerine Sultan, Ayaz'ı çağırtıp, durumu anlattıktan sonra der ki: - Hükmü sana bırakıyorum. Ne istersen yap! - Sultanım, kabahat benimdir. Bunların affını istiyorum. Eğer ben kulübenin kapısına kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyecekler ve kötü zanda bulunmayacaklardı. - Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi? - Sultanım! Biliyorsunuz benim aslım bellidir. Sayenizde, rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbeye, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum, kibir ve gurura kapılırım diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, abamı ve çarıklarımı bu kulübenin duvarına asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime; "Makam, mal-mülk aslını unutturmasın!" diyorum. Ayaz gibi, her nimet sahibinin, zaman zaman eski hâlini düşünmesinde veya doğduğu, büyüdüğü mekânları ziyaret edip, mevcut durumu ile geçmişini karşılaştırmasında büyük fayda olsa gerek... Çünkü geriye bakmayan ileriyi göremez. Zamanla insan, bir emanetçi durumunda olduğunu unutup, makamı, malı kendinden ayrılması mümkün olmayan bir parça zanneder. İşte böyle bir düşünce, felâket olarak insana yeter de artar bile... Kişi bu düşünceden kurtulmadıkça iflâh olamaz...