89 yılının kış aylarından bir gündü... Beyaz bir kar yağıyordu İstanbul'a... Babıali yokuşunu koşarak inmiş, vapura binmiş ve Kadıköy Baylan Pastanesi'ndeki 'o adam'la olan randevuya zor yetişebilmiştim... O yıllarda çok popülerdi... Çünkü, romanları TRT'de dizi hâlinde gösteriliyordu. Beş yıl boyunca her Perşembe kentin eski ve tarihî Baylan Pastanesi'nde buluşup gazeteye yazdığı Pazar sohbet yazısını alıyordum... Beş yıl boyunca hesabı daima kendisi ödedi... Kendime o günlerde bir söz vermiştim, param olduğunda mis gibi çikolata kokan Baylan Pastanesi'ne gidecek kup griye, trüf ve adisababa çeşitlerinden yiyecektim... 20 yıl geçti, kentin telaşından kendime verdiğim sözü hâlâ tutamadım... * Kış günü bir ceket ve bir gömlekle beni görünce sohbetin bir yerinde 'kazaksız' dolaşmamam gerektiğini söylemişti... Kendisi ise balık sırtı desenli kahverengi bir ceket, bisiklet yakalı mavi bir yün kazağın altına oduncu gömleğini giymişti, sandalyenin arkasına ise krem rengi pardösüsünü asmıştı... O gün biraz üzgün görünce nedenini sordum. Romanından uyarlanan diziden dolayı insafsızca yapılan eleştirilere üzüldüğünü söylemişti. Teselli vermek için; üzülmeyin meyve veren ağaç taşlanırmış deyince gözlerime baktı; - Ben de biliyorum meyve veren ağacın taşlandığını ama bunlar ağacı değil meyveyi taşlıyor! demişti... * Bir hafta sonrasıydı... Beyaz bir kar hâlâ yağıyordu... Ve şehir henüz kirlenmemiş bir örtünün altına gizliyordu kendini... Vapurla yine Kadıköy'e geçtim... Her defasında randevuya benden önce gelir ve oturup kahvesini içerdi, herkese tanıdığı gecikme payı ise en fazla beş dakikaydı... Beklemeyi de, bekletilmeyi de sevmiyordu... Sohbetin ardından bana bir hediye paketi uzattı... Ne olduğunu anlamıştım... Utanmış ve ağlamıştım... O adam kimdi? Pakette ne vardı? Salı günkü yazımda...