Âlim ârif, ilim irfân

Sesli Dinle
A -
A +
Hep zihinlerde olan bir soru: İlim mi irfân mı; âlim mi ârif mi? En yaygın deyimle, ilim kisbî (kazanılmış) irfân vehbîdir (Allâh vergisi, m’arifet de denilebilir).
 
Kisbî ilimle helâl, harâm anlaşılır ve hısbe (emr ve nehyler tebliğ edilir). Vehbî ilim ledünnîdır.  Akılla ve diğer delillerle îzâh edilemez. Ama helâli harâmı bilir.
 
Burada şunu da unutmayalım ki âlimden murâd odur ki önce Rabb’ini ve Resûlünü bilip İslâmiyet’in usul ve kâidelerine tam uyandır. Pozitif ilimlerde iştihâr etmiş (meşhur olmuş) fakat, dînimize uzak olan âlimlere dehriyyûn diyoruz ki onlar dünyâda hem şan ve şöhret hem de para kazanırlar, ama rızâ-yı Bârî’den uzak oldukları için bedbahttırlar.

ÂLİM VE ÂRİF

Ârif Allâhü te’âlânın rızâsını kazanan ondan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran ve onu gönülle bilen kimse, velî, ermiş veyâ ârif-i billâh olan kimse. İrfân sâhibi odur ki seninle yediğini, seninle içtiğini seninle eğlendiğini, seninle alışveriş yaptığını görürsün, ne var ki onun kalbi yüce Allâh’a bağlıdır. Ondan başka hiçbir derdi yoktur. (Cüneyd-i Bağdâdî )
 
Ârifin kendini kusurlu görmesi çok büyük ni’mettir. (İmâm- Rabbânî )
Âriflerin kalpleri Hak teâlânın azameti ve kibriyâsına (büyüklüğüne) hayrân olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî )”
 
Âlim, ilim sâhibi. Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş Kur’ân-ı kerîmin ve yüz binlerce hadîs-i şerîfin ma’nâsını bilen, İslâm’ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs, dört hak mezhebin, tasavvufun inceliklerini öğrenmiş, yetişmiş ve yetiştirebilen insanların ilminden faydalanacağı zat, müctehiddir.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf, Buhârî)
Ümmetimin âlimlerine hürmet ediniz; onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (Hadîs-i şerîf, Künûzü’l-Hakâyık)
 
Âlimin kıymetini ancak âlim anlar (Abdülhakîm-i Arvâsî ), (DÎNÎ TERİMLER SÖZLÜĞÜ, C. 1, İHLÂS GAZETECİLİK)
 
Peki, birinden birini tercîh etmek gerekirse hangisi önceliklidir?
 
Zannımca millet için mutlakâ ilim; şahıs için önce irfân.
 
Milleti meydana getiren fertler, şahıslar olunca millette ilim nasıl öne çıkar?
 
İlim cehde, çalışmaya dayalı bir kazanımdır; ilim olmadan herhangi bir yere varmak mümkün değildir. İlim açıktır, sarîhtir; kullanılabilir bir metâdır. Dolayısıyla âlim de halkın gözü önündedir.
Ârif saklıdır, irfân gizli bir hazînedir.
İlim beynin mesâîsi iken, irfân kalbin nevâlesidir (gıdâsı).
İlim bâzen irfân seviyesine ulaşamazken, irfân ilâhî feyzle ilme yön verir.
 
İlim külfetli, irfân izzetlidir.
Âlim her mecliste; ârif mü’min kalbinde yer bulur.
Âlimi hem halk hem Hakk takdîr eder; ârifi Hakk ta’zîz eder (yüceltir).
Âlimin gözü dışa açık; ârifin gözü içe açıktır.
Âlim doğruları çok konuşur; ârif doğrularda da çok susar.
Âlim mütecessisdir (araştırıcıdır); ârif mütevekkildir.
Âlim hakkı görünce söyler; ârif haklı olduğu yerde bile susar.
Âlim dağıtan; ârif hıfzedendir. (Ilim olarak)
Âlimi herkes tanır; ârifi kendisi bile tanımaz.
Âlime her yerde rağbet vardır; ârif bir post bile bulamaz.

MEN AREFE SIRRI

Âlim hem insanları hem de kendini terbiye etmeye çalışır; ârifin insanlarla pek irtibâtı olmadığı için nefsini bilip onu tezkiye etmeye (temizlemek) çalışır. Âlimin ilmi genelde kısmî ihtisas (uzmanlık); ârifin irfânı ise kalbî ihtilâstır (kalbi yalnız rızâ-yı ilâhîye bağlama).
Âlimin muhlis olduğu yerde ârif muhlasdır (ihlâsın üst derecesi). Tabîî ki âlimlerin de çoğu muhlasdır.
 
Âlim muhkem âyetler gibiyken, ârifler müteşâbihât gibidir. Âlimleri âlimler anlar, halktan anlayanlar da vardır. Ârifleri kolay kolay kimse anlamaz. Kalp gözü açık olanlar anlar.

MUHKEMÂT VE MÜTEŞÂBİHÂT

Muhkemât, Kur’ân-ı kerîmdeki mânâsı açık meydanda olan anlaşabilen âyetlerdir. “Ey Habîb’im sana Kur’ân’ı Allâhü teâlâ inzâl etti. Onun bir kısmı muhâkemât (muhkem âyetler) bunlar Kur’ân-ı Kerîmin esâsıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir… vd. (mânâsı açıkça belli değildir.)” (Âl-i ‘Îmrân Sûresi, 7)
 
Kurân-ı Kerîmdeki helâl, harâm namaz, oruç, zekât, hac gibi hükümler muhkermâttandır (İmâm Süyûtî)
 
Müteşâbih âyetlerin mânâsını ancak Allâhü te’âlâ ve Allâhü te’âlânın kendisine ilm-i ledün ihsân ettiği derin âlimler bildirdiği kadar anlayabilir.” (Aga, Dînî Terimler A.)
 
Dolayısıyla burada anlatmaya çalıştığımız âlimlere açıkça uymak doğruyu bulmak için gerekir. Ârifleri anlamak zor olduğu için onlarla ve onların sözleriyle amel uygun olmayabilir; çünkü bâzıları sekr hâlinde bulunabilir.  

İLİM Mİ MUHABBET Mİ?

Âlim ilme, ârif aşka doymaz. Âlim ilme, suya hasret toprak gibi; ârif tevâzûda çiğnenen toprak gibidir. Âlim güneş gibidir; âleme ışık saçar, ârifin kalbi tecellîgâh-ı ilâhîdir; nur saçar. (Âlimlerin çoğunda da tecellî olduğu için onlar da nur saçar)
 
Âlim Kur’ân-ı kerîmi okurken tefekkür eder; ârif ise kırâat eylerken göz yaşlarıyla âh ü enîn eyler.
 
Âlim haklıya hakkını teslîm eder; ârif haksıza da kendi hakkını teslîm eder.
 
Âlim aklî ve naklî ilimlerde allâme-i bî-müdânî (eşi bulunmaz âlim) olsa da ârifin gâyesi esrâr-ı Rabbâniyyedir.
 
Sırlar aklın alamayacağı anlayamayacağı işlerdir. Bâtın, (kalb, rûh, hakikat) ilmi Allâhü te’âlânın esrârından bir sırdır… Esrârın çoğu kayda ve kitaba gelmez; sohbet ve berâber bulunmağa bağlıdır.” (İmâm-ı Rabbânî), (Aga, Dînî Terimler A.)
 
Âlim sathî; ârif derûnidir. Âlimin sâhası aklî ve naklî ilimler açık ve sathîdir. Zâten böyle olmasa kisb olarak tahsil edilemez. Ledünnî ilin ise derûnî ve hafîdir (gizli).
 
Âlim dört işlem gibidir. Haklıya haklı gücünü, haksıza eksi gücünü gösterir. Şer’îat-i garrâ-yı Muhammediyye’nin esâsı da kısasa kısastır. Cömertlikte çarpı işlemi gibidir. 
 
Âlim malını çoğaltarak dağıtır. Çünkü İslâm âlimleri de mala mülke değer vermezler. Malını infâk ve sadakada bölme işlemi gibidirler. Bölüştükçe ve dağıttıkça mutlu olurlar.
 
Ârif var olanı dağıtmakta artı gibidir. Nefsinden fedâkârlıkta eksi gibidir. Hiç kalan olmasını beklemez. Malı fazla olmadığı veyâ hiç olmadığı için malından değil canından verir. Her günkü tilâvet-i Kur’âniyyenin ve zikrinin sevâbını ümmet-i Muhammed’e hediye etmekte bölme işlemi gibidir.
 
Âlim emredildiği gibi cömert; ârif ise îsârcıdır (kendi ihtiyâcını da dağıtır).
 
Âlim cem’iyyet içindedir, bu yüzden düzgün giyinir; ârif devamlı uzlettedir, dış düzene değil iç düzene önem verir.
 
Âlim bildiklerinin mânevî zekâtını vermek için hem hak hem de çok konuşur; ârif uzlette ve zikirde olduğu için diliyle değil kalbiyle konuşur.
 
Âlim şerî’atin kurallarına hakkıyla ve adliyle uyar; ârif ise şerî’at kurallarına aşkıyla uyar.
 
Âlim yeri gelince mutlakâ konuşur; ârif yeri gelse de konuşmaz, susar.
 
Yüce Peygamber’imizin buyurduğu gibi “Sözün hikmetli, sessizliğin tefekkür olsun.” (el-Firdevs 5/ 318)
 
Bu söz ne güzeldir: Mü’minin konuşması hikmet, susması tefekkür, bakışı ibrettir.
 
İnsanlar âhirette her konuşmasının hesâbını verecektir, ama susmasının suâli yoktur. O hâlde âlim bildiklerini anlatmak ve hısbe yapmak zorundadır, ama ârifin böyle bir mecbûriyeti olmadığı için bakışı ibret, susması tefekkür konuşması ize zikirdir.
 
Bir gün Hazret-i Ebû Bekir efendimiz bir kuşa bakarak ağlıyordu. Habîb-i zî-şân Efendimiz sordu: “Yâ Ebâ Bekr niye ağlarsın?” Sıddîk u Âtîk ağlayarak şöyle cevap verdi: “Yâ Resûlallâh, şu kuş uçarak buraya kondu, sonra daldan bir şey yedi sonra ötmeye başladı ve sonra uçtu gitti.” Efendimiz Risâletpenâh cenâpları: “Ne var bunda ağlayacak ey Âtîk? (cehennmden âzâd olan, dostum)” O kerîm dost şöyle cevâp verdi: Ey Allâh’ın Resûlü, şu kuş daldan bir şey yedi, bu yediğinden hesâp vermeyecek; sonra onun konuşması demek olan ötüşünden de hesâp vermeyecek. Sonra uçup gitti. Bu hareketinden de hesap vermeyecek. Hâlbuki biz verilen her ni’metten hesâp vereceğiz, yememizden, konuşmamızdan ve attığımız adımdan, nasıl ağlamayım?
 
Nitekim Yüce Rabb’imiz Tekâsür sûre-i celîlesi 8. âyette meâlen “Sonra elbette verdiğimiz ni’metlerden sorgulanacak, hesâba çekileceksiniz” buyuruyor.

ARALARINDA ÇOK FARK VAR MI?

Âlim ibâdetinin mânâsını bilir ve bunun idrâkindedir; ârif ise genelde ibâdetin hazzı ve zevkıyle gaşy içinde olup şuur ve idrâk boyutlarını aşar.
 
İdrâk, tasavvur ve ilim âlimin işi; irfân, aşk ve fenâ ârifin işidir.
Âlim seyr-i sülûkde kalb makâmında cezbeye kapılır; ârif ise seyr-i ‘ani’llâhi billâhı cehde kapılır. Tabîî ki seyr-i sülûkü tamamlayan âlim ve ârif zâtlar da çoktur. Tasavvuf neşvesi başka şeylere mânîdir. Ama İmâm-ı Â’zam gibi hem esrâr hem de ahkâm ilmiyle uğraşanlar insân-ı kâmil olur. Bu yüzden büyük müctehid Nu’mân bin Sâbit-i Kûfî “Son iki yılım olmasaydı Nu’man yanmıştı” diyor. O son iki yılı Ca’fer-i Sâdık ile geçen esrâr ilmi meşgûliyetidir. Âlim beden ve din ilmiyle zü’l-cenâheyn (iki kanatlı, iki ilim dalında da mütehassıs) olur; ârif ise ilm-i ledünle ârif-i billâh olur.
 
Âlim dînimizde çok övülmüştür. “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler ilimlerini insanlardan saklarlarsa Allâh’ın ve la’net edenlerin la’netleri bunların üzerine olsun. (Nisâ Sûresi, 30)
 
“Bir saat ilim öğrenmek veyâ öğretmek sabâha kadar ibâdet etmekten daha sevâptır.” (Hadîs-i şerîf, Dürrü’l- Muhtâr)
 
Rahle-i tedrîse oturan bir insan ilim zevkini alıp sonra âlim olursa aynı zevki o ilmi insanlara öğretirken de alır.  Nebiyy-i zî-şân Efendimizin buyurduğu gibi: “Ya âlim ol, ya talebe ol, ya dinleyenlerden ol, ya da bunları sevenlerden ol. Beşincisi olma helâk olursun.” (Taberânî, Beyhakî)
 
Âlim kitaplar devirir, yazdıkça yazar, okudukça okur; ârif gönül kitabından okur, ne mektep ne de medrese bilir ama hem ilm-i Kur’ân’a hem de ilm-i insâna vâkıf olur.
 
Allâhü te’âlâdan hakkıyla korkan âlimlerdir. “Kulları içinde ancak Allâh’dan gereğince korkanlar (sakınanlar) âlimlerdir.” (Fâtır- 28)
 
Allâhü te’âlâyı hakkıyla bilenler de âriflerdir. Bunlar âbid, zâhid, sûfî, ehl-i riyâzât, ehl-i mücâhededirler. Yâni hem nefsin istediklerini yapmazlar hem de nefsin istemediklerini yaparlar.
 
Âlimin aşkı tedvin (kitap yazma) ârifin aşkı tehlîl iledir.
 
Âlim dünyâ ve âhiret için iyilik ve güzellikler ister, ârif dünyâ ve mâ-fîhâyı (ötesini) düşünmez. O rızâ için dâimâ huzurdadır.
 
Âlim emredildiği gibi beş vakit namazdadır; ârif ise devamlı namazdadır. “Onlar ki sürekli salâttadırlar (namaz) Sürekli Allâh’a yönelişlerini muhâfaza ederler.” (Meâric- 23)
 
Hazreti Mevlânâ da “Penc-akt âmed namâz-ı reh-nümûn /// Âşıkân-râ fî salâti dâimûn.”  İnsanlara namaz beş vakittir ama âşıklar dâimâ sevgilinin huzûrunda namazda gibidirler.
 
Âlimin dış hâli Hazret-i Ömer gibidir. Ârif aşk ü sadâkette Hazret-i Ebûbekir gibidir.
 
Âlim riâyette (uymakta) Hazret-i Ebûbekir, adâlette Hazret-i Ömer, cem’iytette Hazret-i Osmân, ilimde Hazret-i Âlî gibidir.
 
Ârif aşkıle yanmakta Sıddîk, havf-i Yezdan’da (Allâh korkusu) Hazret-i Ömer, hayâda Hazret-i Osmân, ilm-i ledünde Hazret-i Alî gibidir.
 
Âlim bilmediğine bilmem der, Ârif bildiğine de bilmem der.
 
Âlim ilmini anlatabilmek için halka karışır, ârif Hakk’la olabilmek için halktan infirâd (tek başına kalmak) eyler.
 
Âlim rükû’da Rabb’ini ta’zîm eyler (yüceltir) Ârif ise hem ta’zîm hem de gönlünü tanzîm eyler (düzeltir)
 
Âlim secdede hâk ile yeksân olur, (Zeminde kendisini sıfırlar toprakla bir olur), ârif secdede mekândan noksân olur.
 
Âlim varlığıyla var olur; ârif yokluğuyla var olur.
 
Âlimin yanında diline, ârifin yanında kalbine sâhip ol.
 
Dil konuşur kulak dinler, âlim kulağa hitâb eder; dil susar kalb dinler, ârif kalbe hitâb eder.
 
Âlim, garîk-ı bahr-i irfân olursa (irfan denizine batarsa) kâmil-i mükemmil olur; ârifler mürşid-i kâmil yörüngesinde seyyâre (gezegen) olur.
 
Âlimler cihânı aydınlatan güneş gibi; ârifler gecelerin nûru olan ay gibidirler.
 
Âlim unutulmamayı; ârif ise hiç anılmamayı ister.
 
Âlim olmak zor; ârif olmak çok daha zordur.
 
Âlimin işi hep terakkî; ârifin işi hep tevakkı’ (takvâ) dir.
 
Âlimin dostu çoktur; ârifin dostu ancak Hakk’tır.
 
Âlimlerle ol ahkâmı (din bilgileri, haram helâl vb.) öğren, olabilirsen âriflerle ol esrârı öğren.
 
Amel bi’l-ilm, ilm bi’l-ihlâs olursan âlim-i billâh olursun; mevcûdun serteser ihlâs olursa ârif-i billâh olursun.
Âlimin varlığı kemâl iledir, ârifin gâyesi cemâl iledir. Âlim öğrendikçe olgunluk peşindedir. Ârif ise hep âhirette rü’yet-i cemâl şevkıyla yaşar.

O HÂLDE HANGİSİ ÜSTÜN?

Sahâbe-i kirâm efendilerimiz doğuştan isti’datlı oldukları için Efendimiz’in sohbetlerinde kemâle erip hem âlim hem de ârif oldular. Bu şekilde her biri zâtî müctehid olmakla şereflendiler. Selef-i sâlihîn (Ashâb-ı kirâm, tâbiîn, teba’i tâbîîn) eimme-i müçtehidîn (Dört Hak Mezhebin Îmâmları) rıdvânulâhi teâlâ ‘aleyhim ecma’în hazerâtı, ulemâ-yı mütekaddimîn (kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî’ye, fıkıh ilminde Şemsü’l-eimme Halvânî’ye (M.1063) kadar gelen İslâm âlimleri  ve müteahhırîn ulemâ (M. 1063ten sonra gelenler) ( rahmetullâhi teâlâ ‘aleyhim ecma’îyn ) ve  İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim ve bunlar gibi  tefsir, hadîs, kelâm, fıkıh ulemâsı,  Osmanlı meşâyıh-ı kirâmı , kâdîları, müftîleri Selâtîyn âl-i Osman Sultânlarının rub’u (dörtte biri), İmâm-ı Rabbâni gibi tasavvufta ahkâm ve esrâr ilimlerinde yektâ olan zevât-ı kirâm hem ârif hem de âlimdiler.
Şimdi tercîh etmek gerekirse, âlim mi ârif mi diye bu soruya cevâp vermek mümkün mü?
 
Veyâ şöyle sorsak: Biz onları değerlendirebilir miyiz acabâ?
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.