Çöküşün mimarı: İstanbul romantizmi

Sesli Dinle
A -
A +
Şehir plânlamaları ve yapılaşma toplumun eğilimlerinde önemli rol oynar. Dolmabahçe tanzîm edilip, pâdişâh orada oturmaya başlayınca İstanbul Beşiktaş’tan yukarıya doğru uzayan yeni çehreli bir şehir hâline dönüştü. Unkapanı Köprüsü yerindeki eski köprü de sanki İstanbul’a yeni bir yol haritası çiziyordu. Artık gündüz devlet ve meşîhât, gece ise eğlence mekânları mesâîleri devrede idi.
 
Anadolu yakası; mesîre yerleri, bağları bahçeleri, bahçe tarımı ve ricâlin cum’a günlerini geçirdiği sâkin hayat alanları ile İstanbul dışı addediliyordu.
 
Üsküdar’dan kayıklarla Eminönü’ne geçiş, rüzgârlı havalar dışında zevkli bir deniz safâsı olurken; Kanlıca, Kandilli, Körfez ve Paşabahçe yalılarından açılan ricâl hanımlarının sandalları sazlı sözlü eğlencelere sahne oluyordu. Göksu âlemleri, Çamlıca safâları; Kâğıthâne ve Sa’dâbâd’ı artık unutturmaya başladı…
 
İstanbul hızlı bir değişim içindeydi. Beykoz’dan ilerde Akbaba Köyü, Dereseki Köyü, Ali Bahadır Köyü, Elmalı Köyü, Kılıçlı köyü, Bozhâne Köyü, Mahmut Şevket Paşa Köyü, Karakiraz Köyü bağ bahçe tarımıyla İstanbul’u beslerken, giderek Anadolu Kavağı gümrük olurken, Anadolu Fener’i ise denizcilere rehberlik ediyordu.
Çöküşün mimarı: İstanbul romantizmi
Ressam Ayvazovski’nin mehtâblı İstanbul tasviri…
 
İstanbul artık üç parseldi: Dolmabahçe’den yukarı Pera (Beyoğlu) Batılı seyyâhların, azınlık bölücülerinin, tiyatro kumpanyalarının ve Batı’ya hızla entegre olmamızı sağlayan matbaanın merkezi olurken; Bâb-ı Âlî, Ayasofya dâiresi idârî, adlî, meşîhât ve Hilâfet’in merkezi durumunda idi. Bu dâireye Fâtih ve Şehzâdebaşı semtleri de dâhildi.
 
Beyoğlu, zevk ehlinin, havâiyâtın gece romantizmi olurken, Anadolu yakası ise İstanbul’un fethini gören, saltanâtı az süren serviler şehri fakîr Üsküdar’ın şanlı rü’yasından uyanmak istemiyordu. Ricâl hanımlarının sazlı sözlü eğlencelerine pek katılmıyor, Anadolu Türk mührünü inatla savunmaya devâm ediyordu.

SANDALDAN VAPURA

Beykozlu Ahmed Midhat Efendi ve Vaniköylü Recâîzâde Mahmûd Ekrem gibi Anadolu yakası yazarları son zamanlarda vapurların seferlere konulmasıyla hem vapur safâsı yapıyor hem de Eminönü’ne gelinceye kadar bir romanın iskeletini kuruyorlardı. (Şirket-i Hayriye, 1854’ten 1945’e kadar yolcu ve halk taşımacılığı yapan Abdülmecîd’in onayıyla kurulan ilk anonim şirkettir.) Osmanlının Tanzîmâtla başlayan değişimini sindirmekle sindirmemek arasında bocalayan halk, çâreyi kendisini eğlenceye vurmakta bulur. Mehtâblı gecelerde deniz safâları, sonra vapur tenezzühleri…

MEHTÂBLI GECELER VE TANTANALAR

Aslında mehtâb eski Osmanlıda da uzun zaman estetizmin ve romantizmin sembolü gibidir. Fakat Dîvân edebiyâtının mehtâbı farklıdır. Çünkü bu edebiyat daha ziyâde semboller ve alegoriler edebiyâtıdır. Bu yüzden mehtâb, ay, güneş ve diğer objektif unsurlar flû bir tül perde arkasındaki bilmeceler rü’yâsının şifreleridir. Dîvân sözleriyle mâh, hurşîd, sehâb, servi gibi dış unsurlar daha çok sevgilinin tahmînî sıfatları gibidir. Devir gereği sevgiliyi görmeyip hayâl eden şâir, sıfatların en güzelleriyle sevgiliyi överken bile bu sıfatları rakîbinden sakınır. Meselâ Ca’fer Çelebî’nin bir beyti bunu ne güzel açıklar:
 
“İster ki rakîbün seni benden ayıra /// Kasd itdi bu kâfir ki ayıra cânı bedenden.”
 
Sevgili gül endâmdır; yalnız âşıkın gönlünün sermâyesidir. Biraz objektifleşmeye başlayan dönemde Enderûnlu Vâsıf’ın o şâhâne beyti ne kadar da zariftir:
 
“O gül endâm bir al şâla bürünsün yürüsün /// Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.”
 
Veyâ Nedîm’in: “Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Baş üzre yerin var/Gül goncasısın gûşe-i destâr senindir/Gel ey gül-i ra’nâ”
 
(Sen meclise gelirsen sana yer mi bulunmaz başımızın üstünde yerin var. Sen gül goncasısın yerin sarığımın köşesidir.)
 
Lâle Devri dediğimiz Osmanlının çöküşe doğru hızlı adımlarla yürüdüğü, dönemde, bir şeyler hızla değişiyordu.
 
Tantanalı sarayların yapılmaları aslen Sultan Fâtih’le başlamıştır. Eski Saray veyâ Serây-ı Atîk-i Âmire, Bâyezîd mahallesinde 1458 yılında yapılmakla birlikte, Fâtih genelde stratejik bir hüviyeti olan Topkapı Sarayını kullanmıştır. Bu Saray tek katlı ve sâde bir yapıdır. Eski Çırağan, Beşiktaş Sâhil Sarayı, Eski Beylerbeyi Sarayı ve 1856’da yapılan Dolmabahçe Sarayı, 1877’den 1909’a kadar Yıldız Saray’ı yönetim mekânı olarak kullanılmıştır. Bâyezid’in, Çelebî Mehmed’in, Fâtih’in, Yavuz’un, Kânûnî’nin doğduğu evler bile tam tesbît edilememiştir. Tantanalı sarayları mekân edinmeyen bu cihângir pâdişâhlar, ‘Kızılelma’daki mefhum sarayları ve Cennet-i Adn’deki cennet köşklerini tercîh etmişlerdir. Sırtları doğru dürüst yatak bile görmeyen bu cihângîrleri, cennet bahçeleri olan kabirleri bağrına basmıştır.
 
Fakat muhtevânın, aslın ikinci sıraya düşüp fürûâtın ilk sıraya çıkmasıyla devlette zaaf başladı. Rical de göz alıcı yalılar yapmakta birbirleriyle yarışıyordu. Rumeli yakası yalılarla bezenirken, Anadolu yakası da âsûde hayâtın sığınağı oluyor, saraylar yalıları dantel gibi örüyordu. İşte bunlardan bâzıları:
 
Zarif Mustafa Paşa yalısı A. Hisârı’nda ve 1820 yılında yapılmıştır.
 
Amcazâde Hüseyin Paşa yalısı 1699’daki Karlofça Andlaşmasının da yapıldığı yalıdır. Anadolu Hisârı’ndadır.Bahriyeli Sâlih Efendi yalısı da A. Hisârı’ndadır ve 1840’ta yapılmıştır.
 
Hekimbaşı Sâlih Efendi yalısı yine Anadolu Hisârı’ndadır ve 1850 yılında yapılmıştır. Riyâziyeci İzzeddin Bey yalısı, A. Hisârı’ndadır ve 1864 yılında yapılmıştır.
 
Rızâ Bey yalısı da A. Hisârı’nda olup II. Abdülhamîd döneminde yapılmıştır. Hamlacıbaşı yalısı Paşabahçe’de olup 1880 yılında yapılmıştır.
 
Ahmed Midhat Efendi yalısı 1880’de Beykoz’da yapılmıştır.
 
Artık cemiyetin rûznâmesinde (gündeminde) şiir, mûsikî, Direklerarası eğlenceler, kantolar, tiyatrolar, zevk u safâ vardı.

DÎVÂN SAHNEDEN ÇEKİLİRKEN…

Öte yandan asâletli dîvân edebiyâtımız Tanzîmât’la izzet ü ikbâl ile sahneden çekilirken sonraları “Edebiyât-ı Cedîde”, “Millî Edebiyat” ve “Modern Edebiyât”la devâm etmiş, yeni formlar oturana kadar Avrupâî tarzlar denenmiş, özellikle şiirde Fikret, Âkif ve Ziyâ Gökalp edebî romantizm yerine, acıtan bir realizmi tercih etmişlerdir. İkinci Tanzîmâtçılardan Hâmid ve Recâîzâde’nin romantizmi de gölgede kalmıştır.
 
Zâten 1877-1878 Osmanlı Rus savaşları, toprak kayıpları, sûikasdler dîvân edebiyâtının hissî ve derûnî havasına pek uygun değildi. Tanzîmâtçılar yeni muhtevâlı şiirler yazarken bile aruzdan vazgeçemediler. Vatan, millet, uhuvvet, müsâvât, adâlet, hürriyet, meşrûtiyet gibi mefhum ve kelimeler 1800’lü yıllara kadar lügatlerde de yoktu. Vatan sevgisi zâten hadîs-i şeriflerle övülmüş, ama sınırları hatlarla çizilmediğinden Kızılelma ve i’lâ-yı kelimetullâh ile ancak ufuklarda beliren gurûb kastedilebilirdi. Millet zâten ümmet ile kucaklaşmış bir kavramken uhuvvet, “Bütün mü’minler kardeştir” âyeti ile temeli İslâmiyetle atılmıştı. İnsânî haklarda Müslümân ve gayr-i müslim arasında ne eşitsizlik ne de adâletsizlik olabilirdi. Şer’î sistemin getirdiği düzende zimmî, müste’men ve diğer tebaanın hakkı “Adâlet mülkün temelidir” fehvasınca zaten vazgeçilmez bir uygulama te’mînâtında idi. Hürriyet ne demekti? Kim kimden hürriyet talep edecekti? Mora İsyânları’na kadar bu kavramlar içi boş birer kalıptan ibâretti.
 
Osmanlı pâdişahları da sû-i kasdlere uğramışlar, hayâtlarını kaybetmişler, ama Sultan Abdülazîz’e kadar Avrupâî bir terör kokusu bulunmamıştır. Her ne kadar Midhat Paşa Batı maşası olsa bile şahsî mevkî’ hırsı bu olayda ağır basar. 
 
Fransız İhtilâli Batı’yı terörle tanıştırırken, Osmanlı da Tanzîmât acemîce kapıyı açmış, İttihâd ve Terakkîciler bunu profesyonelce yapmaya başlamışlardı.
 
Fransız İhtilâli ve lâisizm Avrupa için mutlak görülüyordu. Adâlet ve hukuk, yasama, yürütme ve yargı Papa’nın, kardinallerin, râhiplerin, hattâ diakozların elinde idi. Kânun kilise idi.
 
Osmanlıda halkın şer’î hukuktan yâni icrâ ve kazâdan hiç şikâyeti yoktu. Bırakın ümmeti, gayr­-i müslimlerin bile şikâyetleri yoktu. Hattâ şer’î hukûkun özden ayrılmayarak tanzîm edilen yeni organizasyonu, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’den de hiç şikâyeti olmamıştı. Osmanlı hiçbir dönemde “El adlü esâsü’l-mülk” yâni “Adâlet mülkün temelidir” düstûrundan hiç tâviz vermemiştir.
 
Tanzîmat’la başlayan romantik, vatan, hürriyet, adâlet, kardeşlik vb. sloganlar giderek İTC’de İstanbul sokaklarını cinâyetler arenasına dönüştürdü. Meşrûtiyet romantizmi artık sokak cinâyetleri trajedisi ile perde perde oynanıyordu. Başlangıçta tabîî ki Osmanlı bu ihtilâl ve anarşi terimlerine yabancıydı, ama Batı onun da çâresini buldu. Taşımalı ve şartlandırmalı beyin metodunu, o zamanın karanlık aydınlarını tedrîsi için Avrupa’ya çağırmakta buldu; onları eğitiyor ve tekrar geri yolluyordu. Bunların ilki İbrâhim Şinâsî Efendi olmuştur.
 
Kendisini Auguste Comte ve La Martine’nin pozitivist fikirleri ile şartlandırıyorlardı. İnanç ve inançsızlık paradigmaları bu gençleri bambaşka bir hüviyete sokuyor ve dînî kavramları küçümsemek ve alay etmekle işe başlıyorlardı. Tabîî ki hedef tahtın sallanması idi.
 
Osmanlıyı İstanbul romantizminin dış görünüşü olan tiyatro ve basınla yıkma hareketi azınlıklar eliyle, Selânik, Paris, Cenevre ve Londra merkezlerinde başlamış, Kâhire de buna destek vermiş, Pâyitaht artık Batılı ajanların cirit attığı bir merkez hâlini almıştı.
 
İmamlar, din adamları ile Osmanlı toplumunda ilk defa hedef tahtasına konuyor ve basit tiyatro oyunlarında halkı güldürerek dîne karşı tavır aldırıyorlardı. Meselâ Şinâsî’nin “Şâir Evlenmesi” adlı bir perdelik komedisinde imâmın adı Ebullaklaka’dır. Yâni boş konuşmanın, zırvalamanın babasıdır. Bizde Ebû ile başlayan sâdece menfûr Ebû Cehil ve Ebû Leheb varken, Ebûbekr, Ebû Hanîfe, Ebu’l-Hasen el Eş’arî, Ebulleys Semerkandî gibi mübârek isimler hep saygı ve rahmetle anılmışlardır. Burada “Ebû” ile hiç şüphesiz sinsi bir İslâm düşmanlığı yapılmıştır.

LIGHT İSLAM TEORİSİ

İstanbul’da artık yeni tür roman ve hikâye ile mûnis görünen bir “light İslâm” teorisi beyinlere zerk ediliyor, Hâlide Edip ve diğerleri yabancı kolejlerde aldıkları eğitimin hakkını veriyorlardı! Meselâ “Sinekli Bakkal” romanında softa ve baskıcı tip korkunç görünümlü Bakkal Mustafa Efendi baş figür olurken, Râbiâ, müzikle dînin karışımından rol model yapılan piyanist ve sözde hümanist ve sûfî olan Peregrini (sonradan sözde Osman adını almıştır) ile evlendirilmiştir.
Çöküşün mimarı: İstanbul romantizmiHalide Edip Adıvar
 
Yine Hâlide Edîb’i n “Vurun Kahpeye” romanında İslâm adına Hacı Fettâh Efendi, millî dâvânın kahramânı Kantarcıların Uzun Hüseyin ve devrimler ve vatan sevgisi adına taşlanarak katledilen bir muallime olan Aliye Hanım vardır. Bu Aliye Hanım dar bir çevreye yâni ufak bir köye yeni ta’yin olan inkılâbcı bir muallimeyi temsîl eder. Aliye Hanım eski usul ders veren muallime hanımı küçük düşürür, evine Kuvva’ci bir subayı alır ve sonunda Hacı Fettah Efendi’nin kışkırtmalarıyla taşlanarak hunharca öldürülür. Tabîî bu arada bu kışkırtıcı yobazların!!! arkasında iş birliği yaptıkları İşgalci İngilizler vardır.
 
Ve Aliye taşlanarak hunharca öldürüldükten sonra avucunun içinde kana bulanmış bir Kur’ân-ı kerîm çıkar. Ne romantik ve göz yaşartan manzara?
 
Sonra Hacı Fettah ve Kantarcı hemen oracıkta bir ağaca asılarak îdâm edilirler. Ne mahkeme ne savunma…
 
İşte değişen İstanbul ve onun romantizminin sonuçlarının bir kısmı…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.