Bölmeye vatan yahşi!

Sesli Dinle
A -
A +
Bir devlet kurmak zor, onu ayakta tutmak daha zor, efsâne hâline getirmek ise fevkalâde zordur… Devletlerin çoğu düşman istîlâsıyla değil, ona zemin hazırlayan iç düşmanlar eliyle yıkılmıştır. Koçbaşlarıyla kırılamayan kale kapılarını iç düşmanlar açmıştır. Milletler ve devletler var oldukça hâinler de hep olacaktır.
 
Bir insan neden vatanına ihânet eder ve kendi milletine düşman olur. Bunlar için vadedilen para ve mevkı’ olabilir. Tabîî, ki zamanımızda bu kriter biraz değişti; açıklayacağız. Zâten konumuz da bu…
 
Her devlet kurulurken büyük ümitler taşır… Zaferlerin sonunda meydana gelir… Büyük hamlelere gebedir.
 
Birinci Dünya Savaşı genelde imparatorlukları dağıtmış ve ulus devletleri doğurmuştur. Bu geçiş sürecinde, hâinler, tufeylîler, dalkavuklar, maskeliler türemiştir. Bunların büyük bir kısmı doğu devletlerinde görülmüştür. Dikkat ediniz, Batı’da kendi devletine ihânet edenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. 1. ve 2. Dünyâ Savaşları bir yerde gizli servisler, câsuslar ve ajanlar savaşıydı. Bunlar dış kaynaklı ve iç bağlantılı idi. 19. asırla birlikte Batı’nın petrol ve altın ihtirâsı Orta Doğu’yu bu barbarların istîlâsına mâruz bıraktı. Sûriye, Irak, Filistin ve birçok Afrika ve Arap ülkeleriyle, Hindistan ve Pâkistan, Batı’nın maddî ma’nevî prangalarının köleleri oldular.           

SABRA DAYANAN UZUN VADELİ İHÂNET PLÂNLARI

Zamânımızda altın ve petrolden daha ateşleyici bir silâh buldu Batı: İdeolojik ihânet.
 
Devletler uzun süreli yaşamak istiyorlarsa tedbirleri tek etmemeli, haber alma teşkilâtları ve gizli servislerini en modern hâle getirmelidir.
 
Osmanlı devletine “ebed-müddet” deniliyordu. Yâni kuruluşu olup yıkılışı olmayan devlet…
 
1800’lere kadar rakip devletler bu kalıp terimin korkusu ve endişesi içindeydiler. Osmanlı milletler topluluğu ise huzur ve te’minât altındaydı. Ama iç ihânet volkanları her zaman patlamaya hazırdı.           

İHÂNET SENARYOLARI BİR BİR SERGİLENMEYE BAŞLIYOR

İnkârı hiç mümkün olmayan bir gerçek var ki, Islâhât Fermânı ve Tanzîmât bu ihânetlerin ateşleyici kıvılcımı oldu. İdârî ve mâlî sıkıntılar sebep gösterilip fitne kazanını kaynatmaya başladılar. Aslında onların ileri sürdüğü bahânelerin hepsi önce Sultan Abdülazîz ve sonra da Abdülhamîd Han dönemlerinde ikmâl edilmişti.
 
Yaygın eğitim, tıp mektepleri ve mühendishâneler, matbaa, demiryolları, Batı’nın hiç istemediği donanma, hâsılı isteklerin akla gelen ve dillendirilen her maddesi hayâta geçiriliyordu. Anlaşılıyor ki maksat batılılaşma da değildi. Batı hiç kendisine rakip olacak düşmanın kalkınma plânlarını kendisi hazırlar mı?
 
Onlar evvelâ bizim Orta Doğu petrollerimize çökmeyi, özellikle Hilâfet bağlamında Sünnî İslâm dünyâsındaki prestijimizi yıpratmayı, sonra da bizi yıllarca koparamayacağımızı zannettikleri kültür emperyalizmi prangalarına vurmak istiyorlardı. Zamânın en istikrarlı köleci devleti İngiltere (o zamânın Amerika’sı) Osmanlının baş düşmanı idi. Şunu hiç unutmayalım: Batı bize hiçbir zaman dost olmamıştır ve olmayacaktır; 1800’lü yıllardan îtibâren ihânet odaklarının koruyucu vatanı İngiltere oldu. Bu hâlen aynen devâm ediyor. Zamânımızda da kaçanlar soluğu Avrupa’da alıp hâinliklerini oradan sürdürüyorlar.
 
Batı’nın ajanları öyle plânlı öyle sabırlı çalışıyorlar ki, meselâ Lawrence “Kendimi bu işe o kadar kaptırdım ki geceleri zaman zaman teheccüd namazlarına kalktığım bile oluyordu” diyor.

TÂRİHÎ İHÂNET SÜRECİ

Türklerin başına belâ olan tasmalı ihânelerin  bilinen en eski belgesi olan Göktürk Âbideleri’nden başlayalım: O zamânın Amerika’sı, İngiltere’si, Batı’sı Çin’di.  (zamânımız Türkçesi ile ) “Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, küçük kardeşi ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için….. Türk beyleri Türk adını bırakıp Çinli beylerin adını aldılar. Elli yıl bütün işlerini güçlerini Çin için harcadılar.”
 
(Orhun Âbideleri,  Prof. Dr. Muharrem Ergin, 8. Baskı, Boğaziçi Yayınları, 1986, s, 34-35)
 
Târihini okumayan, bilmeyen, olanlardan ders almayan sonra çok pişmân olur ama ba’de harâbi’l-Basra (İş işten geçmiştir). Bu olayı bundan güzel anlatacak bir söz bulunabilir mi?
 
İhanet zincirleri bütün Türk devletlerinde devâm etmiş, birçok Türk devletini yıkmıştır. Hattâ devlet-i ebed-müddet Osmanlıyı da yıkmışlardır. Dikkat edin, yıkılmıştır demiyorum, yık-mış-lar-dır diyorum!
 
Yüce Türk devletimizin ebediyyen pâyidâr olmasını istiyorsak, dostumuzu ve düşmanımızı iyi tanımalıyız. Özellikle de iç bozguncuları… Eşsiz Kitâb’ımızda asırlar evvel Yüce Rabb’imiz şöyle uyarmış bizi: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman: Biz ancak ıslah edicileriz derler. Şunu bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridir.”
 
(Bakara sûre-i celîle’si, 11-12)
 
Bu durumu bundan iyi anlatan bir söz bulunabilir mi?
 
Her millî davâya karşı çıkan, millet düşmanlarının safında yer alan, devletini yabancı düşmanlara şikâyet eden, bunları gaflet ile yapıyorsa gâfil; bilerek ve ideolojik saplantı içinde yapıyorsa hâindir.
 
Her millette hâin çıkar ama zamânımızın ihânetleri belki de târih boyunca yaşadığımız projelerin en sinsi olanıdır. Stratejik bilgileri dışarıya sızdıran, kendi kolluk kuvvetlerini her an orantısız güç kullanıyor diye suçlayan, terör teşkîlâtlarına gizli açık destek veren, sivil toplum kuruluşlarını ele geçirip milleti aleyhine kullanan, üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarıp terör yuvası yapmaya çalışan nasıl bu milletten olabilir? Milletinin dînini hakîr gören, târihini inkâr eden, Fâtih’in, Kânûnî’nin kabrinde bir fâtiha okumayan veyâ okuyamayan, câmi, mescid ve Kur’ân-ı kerîm kurslarına düşman olan, 921 yılında İlteber Almış Han (Ca’fer b. Muhammed) zamanından beri “ümmet” yâni Müslüman olan bir milletten olup ümmetliği yâni Müslümanlığı kabûl etmeyen, halkından kopuk bir zümre meydana geldi.
 
Biz hamdolsun hem şerefli bir ümmet ve hem de şerefli bir milletiz.
 
Elbette büyütülen lârva kurtçuk olup böcek hâline gelinceye kadar 150-200 senelik bir zaman geçti ve evrimi devrime dönüştürdüler. Plânlar birer birer devreye sokuldu. Neydi bunlar, bir bakalım:

İHTİLÂL MATRUŞKALARI

Matruşka birbirinin içine gizlenmiş oyuncaklardır. Tanzîmât bunları doğuran ana karakter olup matruşkaları, Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî Cem’iyyet’leridir. Bunlar sözüm ona Osmanlının dağılmasını önlemek için hürriyetin gelmesini istiyorlardı.
 
Meşrûtiyet tarafdârı Jön Türkler 1869’da İstanbul’da İttihâd-ı Osmânî Derneğini kurdular. Bu derneğin ilk kurucuları Askerî Tıp Okulu öğrencileridir. İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Mehmed Reşîd, Abdullah Cevdet, Hüseyinzâde Ali, Tarûsîzâde, Tunalı Hilmi ve benzerlerinin sayısı 2000’lere vardı. Bunların çoğu Avrupa’da veyâ Mısır’da sürgün şeklinde yaşadılar.
 
Şerif Mardin: “Bu hürriyet âşıkları hiçbir zaman çok yüzeysel hürriyetçilikten ileri gidememiştir” der.
 
Bu karmaşa devrinde İngilizler evvelâ Midhat Paşa’yı devreye soktular. Jön Türkler’in ilk profili de odur. Ama esas aktör gölge oyunu oynayan Midhat Paşa’nın danışmanı Krikor Odyan’dır. Abdülazîz sûkasdinde de Midhat Paşa ve Odyan başaktördürler.Türlü entrikalar çeviren Midhat Paşa tehlikenin içinde olduğunu anlayınca kendisine yurt dışına kaçması söylendi. Avrupa zâten bu ihânet uzmanlarını bekliyor, onlar da “Aç koynunu ben geldim” diyorlardı. Hani bir Azerbaycan türküsü vardır, İbrâhim Yıldırım arşivinden alınan:
 
“Ezizim veten yahşı /// Geymege keten yahşı /// Gezmege garip ölke /// Ölmeye veten yahşı.”
 
Tabîî ki bu kriptolar her zaman “Bölmeye vatan yahşi” demişlerdir. Bunlar bu vatanda ölmek bile istemezler. Garip ülkelerde el üstünde tutulurlar. (Garip, yabancı anlamındadır.)
 
Her başarısız kalkışmada birinci sığınak Yunanistan, Almanya, Belçika, Hollanda, İsveç ve diğer Avrupa ülkeleri olmuştur. Bunları hep biliyoruz. Listelerine sayfalar yetmez.
 
İTC, Askerî Tıbbiye ve Mülkiye ve Bahriye gibi okullarda İtalyan Carbonari Cemiyeti’ni örnek alarak çalışıyordu. Üç merkezde yoğunlaştılar: Paris, Cenevre ve Kâhire şûbeleri. Diğer taraftan devlete muhâlefetin merkezi olan Selânik’te de “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla bir teşkîlât kurdular. Cemiyet, Makedonya’da hızla yayıldı ve yüzbaşı altı genç subaylar cemiyete katıldı.  Sonra 3. Ordu da teşkilata dâhil oldu; 1907’de merkezi Paris’te olan Osmanlı Terakkî ve İttihâd Cemiyeti’yle birleşti.
 
Midhat Paşa’nın başı sıkışınca, şer yuvalarından biri olan Fransız Elçiliği’ne sığındı. Sonra Adliye Nâzırı Cevdet Paşa’nın teminâtıyla serbest kaldı. Sultan Abdülhamîd, îdamla yargılanan Midhad Paşa’yı hapse attırdı. Burada boğduruldu deniliyorsa da aslen “şîrpençe” (şarbon, antraks) hastalığı neticesinde kan zehirlenmesinden (septisemi) öldü.
 
Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İTC, mason locaları ile de dirsek temâsında idiler. Bunlar Şehzâde Murâd’ı sultan yapmak istiyorlardı. Murâd, Avrupa’ya gittiğinde masonlarla iş birliği kurdu ve bunu hep sürdürdü. Malta Köşkü’nde iken buradan kurtarılması için Rum Cléanti Scalieri onu kurtarmak için “Prodon” isimli bir mason locası ile tamâsa geçti.
 
Yine meselâ Prens Sebahaddîn ile birlikte hareket eden Ermeniler, 1856 Paris ve 1878 Berlin Anlaşmaları’nda imzâsı bulunan Avrupa devletlerinden Osmanlıya karşı her alçakça teşebbüste yardım istediler.
 
Cenevre ve Kâhire’de İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’ne (İTC) yeni katılımlar oldu. 1907’de  Ermeni terör teşkîlâtı “Taşnak-Sutyun”un dâveti üzerine şer odakları berâberce masaya oturdular. Hep masada gölge aktör olarak bulunmalarına rağmen İngilizler başaktör olduğu için kendisine tâbi olmayan bir sistemi istemiyorlardı. Zâten bu yüzden onların her dediklerini yapacak bir Midhat Paşa ve çâresiz Şehzâde Murâd’ı devreye sokmak istiyorlardı. İç ihânet şebekeleri ile birlikte Ermeni terör teşkîlâtı Taşnak-Sutyun ve mason locaları el ele vererek Sultan Abdülazîz darbesini hazırlıyorlardı. Bu sefer perde gerisinde İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Elliot vardı.1905’te yapılan Abdülhamîd sûikasdi arkasında da Ermeni komitacılar ve İTC vardı. 21 Temmuz Cum’a günü 80 kilo patlayıcı madde kullanarak yapılan sûikasdden bir lutf-ı ilâhî gecikmesiyle bomba bir anlık te’hîr ile patlamış, Sultan kurtulmuş,  26 kişi vefât etmiş, 58 kişi yaralanmış ve 20 at telef olmuştur. Her şer davranışı destekleyen basın ve san’atkârlar gürûhu, başaktörleri Tevfik Fikret’in kaleminden zehirlerini akıtacaklardı.
 
Ne diyordu Fikret?  Bir Lahza-i Teahhur’da  (bir anlık gecikme) şiirin adı buydu: “Ey şanlı avcı dâmını bîhude kurmadın/// Fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın”.  (Ey şanlı avcı tuzağını boşuna kurmadın ama ne yazık ki avını vuramadın.)
 
Bunu bir Ermeni komitacıya güzelleme olarak yazan Fikret’ti.Zaman geçse de ihânet fikirleri değişmemiştir. Entel olmak için milletin her zaman karşısında olacak ve zulmü alkışlayacaksın. Adnan Menderes asıldığında zamanın gazete köşelerinde ihtilâl şakşakçıları zâlimleri övüp îdamları öve öve bitiremediler. Seneler sonra devran değişince bunların özür beyanlarına da kimse inanmadı.

TEHLİKELİ MUHRİB ALİ SUÂVÎ EFENDİ

Yüzler fonksiyon kaybına uğrayınca yeni bir piyon bulmak gerekiyordu. Zâten belli bir süredir kalafatta düzenledikleri tehlikeli bir muhribi Osmanlı sularına indirdiler. Bu tehlikeli muhrib Ali Suâvî Efendi idi.
 
Olayın başlangıcında Sultan Abdülazîz’in fermânı ile Mısır Hıdivi olması engellenen ve haksızlığa uğradığını düşünen ve siyâsî fitneleri sebebiyle İstanbul’dan alınıp Anadolu illerine gönderilen Tanzimât Edebiyatçılarından Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa ve Ali Suâvî’yi Prens Mustafa Fâzıl Paris’e da’vet etti. Fransız polisinin baskısıyla Namık Kemal ve Ziyâ Paşa Londra’ya kaçtılar ve orada “Muhbir” gazetesini çıkardılar.
 
Bir İngiliz ajanı olan Mary ile evlendirilen Ali Suâvî kimdi? Önceleri pek tanınmaması zâten bu yüzden seçilmesini sağlamıştı. Çırağan Baskınını yapmak için bir gözü kara ihtilâlci gerekiyordu. Zâten Suâvî bu işe kalkışırken gizli belgeleri bir İngiliz ajanı olan eşi Mary’ye bırakmıştı. Bu, onun ihtilâl için ölümü bile göze aldığını gösterir. Nitekim sonra Mary İngiltere’ye kaçmadan önce bu gizli belgeleri yakmış ve görevi gereğince başka bir ihtilâlci Ermeni ile hemen evlenmiştir.
 
Ali Suâvî medrese eğitimi görmediği hâlde İstanbul’un büyük câmilerinde vaazlar veriyor ve sivri dili ile fitne gruplarını sempatisini kazanıyordu. Dinde reform, Türkçe hutbe, lâiklik mes’elelerini ilk dile getiren odur. Onun fikirleri Cemâleddîn Efgânî tarafından geliştirilmiştir. Dindar görünümlü ve ilmiyye sarıklı olan bu adama “sarıklı ihtilâlci” denilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı kerimdeki fâizin muzâaf yânı katlanmış fâiz olup bunun da memleket ekonomisiyle alâkalı olduğunu söylemiştir. Fâizin Asr-ı saâdetile bir bağı olmadığını ve ribânın başka bir şey olduğunu savunmuş ve İmâm-ı Azam’a âit olduğu bilinen “Kâr elde etmek amacıyla borç verip fâiz almanın her şekli harâmdır” sözünün bir rivâyet olduğunu ve İmâm’ın böyle bir sözüne rastlamadığını söylemiştir. Ebussuûd Efendi’nin de buna cevaz verdiğini iddia etmiştir.
 
(Jön Türk Olarak Ali Suavi, Mehmet Gök, Uluslararası İşletme Ekonomi  ve Yönetim Perspektifleri Dergisi Haziran 2021, Sayı 1, Cilt 5)
 
Ebussuûd Efendi Fetvâları’nda böyle maddelerin olmadığı açıktır. Meselâ Fetvâ’ların 687. Maddesinde Ribâ (fâiz) kısmında olan “Haramlar Şerîat’in hukûkudur. Hattâ fâizi veren kimse, alan kimseye gönül rızâmla verdim dese bile aslâ helâl değildir. Bir çekirdek ağırlığında ne vardır diye helâl sayan kâfirdir; hanımı boştur” yazmaktadır. 
 
(B,168. B) 688. Madde de bunun gibidir. 
 
(Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, Enderun Kitabevi İst. 1972, s. 143-144)
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.