Bir temmuz ikindisi, memleketim Kars Selim’den trene bindim. Erzurum Ilıca’daki okuluma, diplomamı almaya gidiyordum.
Daha doğrusu gece Erzurum’da ağabeyimde kalacak, sabah minibüsle 16 kilometre ötedeki Ilıca’ya geçecektim.
İçeri girdim; iki elimi havaya kaldırdım:
Anne her kelimesinde ağlama sesinin tonunu artırıyordu:
Anne burnunu çeke çeke anlattı:
Sakinleştirme çabalarım sonuç verdi. Önce nine, sonra kız, sonra anne sustu.
Horasan’a yaklaşırken kondüktör bilet kontrolü için o demir delgi aletini cama üç kere sertçe vurup, sürgülü kapıyı sola çekerek açtı, araladığı kapıdan kafasını uzattı:
Teyze hıçkırıklar arasında:
Horasan’da tren durur durmaz koşarak istasyona girdim, üç cezalı bilet aldım.
Ama cebimdeki para da bitmişti.
İnmem gereken Erzurum’u “pas” geçtim, kadınları gidecekleri yere götürmek için.
Tren bir sonraki istasyon için yavaşlarken:
Teyzelerin bir çuval muşmulasını sırtlayıp kompartımandan çıktım.
Tren durduğunda çuvalı çekerek merdivenlerden sürüte sürüte aşağı, mıcır zemine indirdim. Arkamdan teyze indi.
Ve tren hareket etti!
Nine ve genç kız trende kalmıştı.
Aslında yanlış yapanın nine ile kız değil, ben ve teyze olduğumuzu biraz ilerideki istasyon binasını görünce anladım. Erzurum’dan hemen sonra Ilıca istasyonu sanıyordum, meğer arada Palandöken de varmış.
Yeniden feryat figan ağlamaya başlayan teyzeye yaklaştım:
O saatte kimselerin bulunmadığı kör bir tren istasyonunda kadının çığlıkları yankılanıyordu.
Yaklaşık beş yüz metre ileride Erzurum – İstanbul kara yolunun olduğunu biliyordum. Öğrencilik dönemimde Erzurum’dan Ilıca’ya minibüsle o yoldan giderdik. De, bu saatte, bu çuval ve bu teyze ile oraya nasıl ulaşacaktım?
Teyze ağlamayı feryada dönüştürdü:
Bir süre sonra kafamı geri çevirdiğimde, kadının da düşe kalka geldiğini gördüm.
Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra kara yolunun kenarına ulaştım. Biraz sonra teyze de nefes nefese yanıma geldi.
Gerçekten büyük şans; sipariş etmişiz gibi az sonra boş bir taksinin loş bir ışıkta bize doğru yaklaştığını seçtim.
Küçük problem; cebimdeki parayı cezalı biletlere vermiştim ve bir şişe gazoz alacak bozukluk vardı. Taksi durdu.
Ama param yok; okula gidince para ödenecek. Olur mu?
Ben önde, “ana” arkada, çuval bagajda hareket ettik.
Şimdi bütün duam, nine ve kızı Ilıca istasyonunda bulabilmek…
Kavuşma anını unutamam. Şampiyonlar Ligi final maçının son saniyesinde kupayı getiren golün sevinci gibiydi. Üç kadın, yirmi beş dakika önce değil de yirmi beş sene önce ayrılmış gibi ağlaşmalar, koklaşmalarla kenetlenmişti.
Yeniden taksiye doluştuk.
Okula vardığımızda bekçinin evini kolay buldum.
Bahri Baba görür görmez tanıdı beni. Ailesini bırakıp benimle ilgilendi:
Taksinin yanında dikilen şoförü gösterdim:
Baştan niyetim öyleydi zaten, Erzurum’daki ağabeyimde kalacaktım.
Pardon…
Aşağıda okuyacağınız satırlar, öykünün girişinde olacaktı:
Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim Öğretmen Okulunda öğrenci iken, babam yaşındaki bekçi Bahri Baba en samimi arkadaşım olmuştu.
Bir akşam onun lojmanının önünde “gizlice” sigara içerken tesadüfen tanışıp ayaküstü sohbet etmiştik bekçi Bahri Baba ile.
Hemşehrim olduğunu öğrenmiştim. Kars Akyakalıydı. Çoluk çocuğu memleketteymiş; tek başına yaşıyordu.
- Gel çay içelim Hayati, diyerek içeri almıştı beni, tek katlı bekçi lojmanına…
İşte o temmuz ikindisi, memleketim Kars Selim’den trene bindim. Erzurum Ilıca’daki okuluma, diplomamı almaya gidiyordum.
Bilmediğiniz kısmı ekleyeyim:
Diplomamı aldıktan sonra, ısrar üzerine iki gün daha kaldığım bekçi lojmanından çıkıp Erzurum’a gitmek için minibüse yürürken, arkamdan bugünkü kayınpederim, kayınvalidem, sonradan aramıza katılan kayınbiraderim ve eşim el sallıyordu. Hatta eşim kulağıma fısıldamıştı yanından geçerken:
- Yolunu gözleyeceğim Hayati, çabuk dön.