Bir önceki hafta "futbolumuzun pazarlanması" konusundaki yetersizliğimize dokunduracağımı söz vermiştim. Bu hafta, ligimizin neden sadece bizlere pazarlanabildiğine takılmak istiyorum. Kendimizi kandırdığımız ligimizin, aslında "bi halt" olmadığını, pazarlamaya yönelik yaptırımların ise asla uygulanamadığını görüyorum ve üzülüyorum.. ------- Bizim ligimiz; yayıncısı, yorumcusu, oyuncusu ile oynatıcısı, yöneticisi ile yönetemeyicisi, yiyicisi, toplum içinde don gömlek dolaşan ve ekmek yediği ligi hakir gören yabancısı, hakemi ve hak etmeyeni ile gösterişli bir ambalaja sahip, ama içi bir o kadar da bomboş bir lig... En "baba" takımlardan birisi 150 milyon euroluk kadrosuyla seyirci toplayamıyor, topladıklarından da tepki görüyor ve parçalanıyor. Sonra 1,5 milyon euroluk bir kadroyla alkış alıp galip gelebiliyor... Yanlış ülkelerden seçilmiş yabancılar, çok kötü bir yayın kalitesinin içinde boğulup gidiyor. Yatırım ve pazarlama hedeflerine uygun olmayan adamlar dolduruluyor ligimizin karnına. Doyurmuyor ama şişiriyor... Niye Manchester United bir Koreli, bir Japon veya bir İskandinav bulundurur hep kadrosunda? Niye bir Arsenal en az 5 transferini ligi sattıkları ülkelerden yapar? Niye Fransa'da, İspanya'da İranlı, Faslı ve Cezayirli'den geçilmez? Niye İngiliz Ligi birkaç da Türk barındırır arasında? Hiç düşündünüz mü? Çünkü ligini oralara satmakta ve pazarlama tekniği olarak da, o yörelerin şovenist duygularına kaşımalar göndermektedir. "Bakın sizin oyuncunuz bizim ligimizde" deyip, 1-2 milyon euro verdiği oyuncusuna karşılık ligini 1 milyon eurodan fazlaya satmaktadır o lige... İngiliz Ligi'ni almak için mesela Türk televizyonlarının nasıl bir savaş verdiğini ve nasıl bir fiyat artırımına gittiğini bilir misiniz?.. Hayır... Çünkü o kavgalar ortalıkta ve gözler önünde yapılmaz... Bizim acilen İranlı, Afgan, Azeri, Suudi, Türkmen, Özbek transferler yapmamız gerek. Gizli bir konsensüs yapılmalı ve 6 artı 1'in mesela artı biri, veya artı ikincisi oralardan alınmak zorunda bırakılmalı kulüpler... Karşılığında da ligimizin yayın hakları satıldığında oranın oyuncusunu barındıran kulübümüze pay verilmeli... Böyle yapamadığımız sürece kendimiz çalar kendimiz oynarız... >>> POST-İT Hep Trabzon ve Fener penceresinden baktık Sivas'a... Oysa Sivaslı çocuklar aslanlar gibi top oynayıp kararsızlığa düştüler daha ligin başında... Futbollarını, Bülent Demirlek'in hakemlik yorumuna göre mi oynamalılar, yoksa Fırat Aydınus'un hakemlik tarzına göre mi?.. Mağlup iken 3-0 hükmen de fena değil hani!.. (Ümit Aktan) >>> Ortaya karışık... Kötü oynayıp kazanmanın da bir çeşit büyüklük olduğu bir kandırmaca mıdır?.. Beşiktaş iki haftadır "kısmete kazanmak" hakkını kullanıyor. G.Saray bunu Bursa'da kullandı... F.Bahçe de iki maçtır üst üste kullandı bu hakkını... Beşiktaş ile G.Saray'ın çok zor iki deplasmanı, bu haklarını kullanarak geçtiğini gördük. F.Bahçe ise henüz İstanbul dışına bile çıkmadı... Dolayısıyla üç puandan daha geride görünüyor olmaları gerekir. Bu işin cebiri de geometrisi de belli. Bu sezonun sonu Beşiktaş ve G.Saray diye bas bas bağırmaya başladı... Bu denklemi, yarın ve öbür gece oynanacak Avrupa heyecanı çözer... Üçte üç yaparsak ortalık durulur... Kim eksilirse belden aşağı fena halde vurur... Kaybolan lige yumulur... Kazanan ise derbilerde yamulur... Ortaya karışık diye yazayım dedim, baktım ki ortalığı karıştırıyorum... Erciyes'i unuttum sanmayın... O bana göre, üstüne düşenden çok fazlasını daha ilk maçta yaptı bile... >>> Son "Soap Opera" Arda Not: "Soap opera" bütün dünya televizyonlarının kullandığı içi boş, popüler kültüre peşkeş çekilmiş dizi ve programlar için kullanılan bir deyimdir. "Sabun köpüğü" kadar etkisiz anlamına gelir... Bir Arda yazısı da benden... Hayranı olduğum bu küçücük şahsiyetin meziyetleri ile duruşunun ters orantılı bir ivme vermesini hazmedemeyenlerdenim. "Dis moi qui tu hantes, je te dirais qui tu es..." derler Fransızlar... "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" diye bilinir. Bu kadar büyük bir yetenek, böyle izlenmesine kızıyor olabilir ama onun özel hayatının kamuya mal olduğu noktalarda gerçekten "haber" niteliği taşıdığını da dikkate alması gerekir. Bir gece yarısı, F.Bahçe'nin prensi, magazinin şansölyesi, sabun köpüklerinin kralı Acun Ilıcalı ile bir motorun arkasında ve kasksız bir araya geliyorsa, bu bir haberdir. Üstüne atlanılacak bir haberdir... Üstelik, ait olduğu camianın hiç kabullenemeyeceği bir duruş hatasıdır... Arda bunları bilmez... O topla dans etmeyi bilir, ama topun ona vuracağı darbelerden habersizdir... Meydana gelen şey, saati nedeniyle sporculuğuna, kasksıs motora binmesi nedeniyle insanlığına, arkasına oturacağı adamı seçmesi açısından Galatasaraylılığına bir darbedir... Bu da bir haberdir... G.Saray'ın daha çook Arda'sı olacaktır, ama Arda'nın bir daha G.Saray'ı olamayabilir... >>> S-ÖZ Etrafınızda bir dahi olup olmadığını anlamak için, en çok karşı çıkılanın kim olduğuna bakın... (Anonim) >>> Severken öldürmek Hani, Steinbeck'in meşhur Lenny karakteri gücünün farkında değildir de, severken öldürür sevdiğini ya... İşte ondan... Anlı şanlı medyamız; G.Saray karma karışıkmış, aç bi ilaçmış gibi yazmaktan yorulmuyor. Beşiktaş ise yeni kavgaların eşiğindeymiş, hocası ile menajeri birbirinin kafasını her an kıracakmış demekten de gocunmuyor... Üçte üç yaptı ikisi de... F.Bahçe'de ise her şey süt liman, huzur tavan yapmış, polemik asla yok... Yahu... Başkanı seyircisiyle gerilmiş... Kezman tribüne hareket yapmış... Appiah kimseyi takmadan çekmiş yurt dışına gitmiş... Deniz yuhalanmış, Kemal ile Selçuk kapıda... Üçünü de oynamadan geçmiş ve üç puan içeride... Bu kafa ve bu an, güdümlü medyanın F.Bahçe'ye en büyük kötülüğü yaptığı andır işte... >>> G.Saray, işler iyi gidiyor diye topu içeri atabilen bir adam almazsa, bunun vebâlini çok ağır öder bu sezon. Bakınız: Hasan Kabze...