* Osmanlılar, mahallelere cemaati alacak kadar, çatılı, şirin ve zarif camiler yapmışlar. Öte yandan Cuma cemaati için abidevi kubbeli ve çok minareli camiler dikmişler.
Avrupalılar nasıl meydana meraklılarsa, Türkler de bir şehir kuracağı zaman merkezine mabedi almışlardır. Cami, dinin merkezi, ruhu, kalbidir. Camiler sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda müminlerin toplandığı, birbirinden haberdar olduğu, cemiyetin idare edildiği sosyal mekânlardır.
Bu sebeple eskiler evlerini, kendileri gibi, en fazla 100 yıl yaşayacak kadar, ama konforlu yapmışlar; mabedleri ise asırlara direnecek haşmette inşa etmişlerdir. Küçüğünden büyüğüne her caminin ayrı bir karakteristiği, ayrı bir havası, hatta kokusu vardır.
Arada 100 metre bile olmayan camilerin her birini de cemaat doldurur, zikr-i ilahi göklere yükselirdi. Camiler şimdi de yapılıyor. Hem de yüksek teknoloji ile. Ama ne içini dolduran cemaati var ne o eski mabetlerdeki ruhaniyet…
Evvela şekilden başlayalım… Eski camilerin çoğu düz ayaktır. Şimdi ise epeyce merdivenle çıkılmayan cami yok gibidir. Hâlbuki camiye gelenlerin çoğu yaşlıdır. Ekserisinin de dizleri hastadır. Altını çay ocağı, cami lokali, dükkân yapacağız diye kule gibi merdiven dikmenin hikmetini anlamak zordur. Mahallemizde eli bastonlu bir Hacı Ömer Efendi vardı, “İnsanın evi de Allahın evi de düz ayak olacak” derdi.
Asr-ı saadetten beri bir cami mimarisi ananesi teşekkül etmiş, devirlere ve beldelere göre çeşitlenmiştir. Modern mimariye söz yok ama, din ananelerle yaşayan bir müessesedir. 1400 senelik ananeyi bir kenara itip, "uzay üssü" veya "su deposu" gibi camiler yapmanın âlemi nedir? Geçenlerde Fransa’dan gelen bir ahbabım, ismini söylemeyeceğim, yeni yapılan camilerden birini görünce, “Burası pagoda mı?” diye sormuştu. (Pagoda=Budist mabedi)
Modern camiler acaba neden bu kadar çirkin? Turgut Cansever der ki: “Teknoloji, insanı tabiat ve varoluşa karşı savaşan birisine dönüştürmektedir. Bu savaşçının mimarisi, ezici, esrarlı ve makinemsidir. Bütün mevcudat tabakalarında her şeyi kendi yerine koymayı hedefleyen İslâm mimarisinden açıkça farklıdır.” (İslam’da Şehir ve Mimari)
Caminin bahçesi, en az içi kadar mühimdir. Çınar ve ıhlamur ağaçlarının gölgesi altında, biblo zarafetinde şadırvan bahçenin mütemmimidir. Namazın bitmeyen ulvi zevkini, bu avlu tamamlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu zevki “Bursa’da Zaman” adlı şiirinde terennüm eder:
Bursa’da eski bir cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su.
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Osmanlılar, mahallelere cemaati alacak kadar, çatılı, şirin ve zarif camiler yapmışlardır. Bunun yanında Cuma cemaati için abidevi kubbeli ve çok minareli camiler dikmişlerdir. Hemen hiçbir mahallede koca kubbeli 3-4 minareli camiye rastlayamazsınız. Bazı büyük mahallelerde bir paşanın küçük kubbeli ve tek minareli camisi semtin karakteristiğini gösterir. Ama sokak aralarında küçük camiler vardır.
Hanedana ait bir imtiyaz sayıldığı için birden fazla minare yapmak edepsizlik ve israf kabul edilirdi, Şimdi ise fukara köylerde, gecekondu mahallelerinde koca kubbeli 2, hatta 4 minareli camilerden geçilmiyor. Trajikomik olanı, camiler parasızlıktan ısıtılamadığı için, cemaat küçücük imam odasında namaz kılmaktadır. Büyük tek cami yerine, küçük küçük camiler yapmalı, her beldede mabed olmalıdır.
Eskiden camiler vakıftı. Tenvirat, teshinat, tanzifat ve tamirat (aydınlatma, ısıtma, temizleme ve onarma) masraflarını, imam, müezzin, kayyım maaşlarını vakıf karşılardı. Ne cemaatten para dilenilir ne hükûmetten yardım beklenirdi. İşgal veya afet gibi sebeplerle vakfı kalmayan camilere, hükûmet gayrı sahih vakıf kurar, yani hazineden gelir tahsis ederdi.
Eski minareler kubbeyle mütenasipti. Şerefe, kubbenin alemiyle aynı hizada olurdu. Şimdikiler, göklere uzanan şehadet parmağından ziyade, caminin 3-4 misli uzunluğunda bir anten direğini andırır. Yakın zamanda Haydarpaşa Camii’nin görenin gözüne batan minareleri, muhtemelen defalarca yaptığım ikaz üzerine kısaltılmıştır. Cami sadece iş görsün diye yapılmaz. Bir dinin, bir kültürün sembolü olduğu için, nezihlik ve zarifliğe de dikkat lazımdır.
Şimdikilerin dışı bu kadar lenhuda olmasına mukabil, iç tezyinatı da mübalağalıdır. Duvarlarda renk renk fayanslarla kaplı cami az değildir. Eski camiler kışın sıcak yazın serin olduğu hâlde, şimdi yazın klima, kışın kalorifer, cemaati bunaltır. İkisi de yoksa, cemaatin vay hâline…
Eski camiler bir hat müzesi iken, şimdikiler Latin harfli, hatta canlı resimli afişler, ilan levhaları, posterlerle doludur. Yeni yapılanların çoğunda dört halifenin isimleri yoktur. Hatta eskilerden de tamir ve badana bahanesiyle kaldırılmakta, tekrar yerine takılmamaktadır! Hâlbuki bu, Selçuklulardan gelen pek güzel bir ananedir ki, bu müstesna din büyüklerini hatırlamaya vesile olmaktadır.
Osmanlı camileri duvardan duvara kırmızı halı ile kaplanırdı. Kırmızı dikkat çektiği için, namaz kılan sağa sola bakmaz, sünnet veçhiyle secde yerine bakardı. Ayrıca camiye pek ihtişamlı bir görüntü verirdi. Küçük mescidlerde halkın vakfettiği irili ufaklı halı ve seccadeler serilirdi. Belki dağınık görünürdü ama, aynı zamanda sempatikti, cemaati hayra teşvik ederdi. Şimdi camiler griden maviye renk renk sentetik makine halılarıyla kaplıdır. Fabrika kokusu rahatsız eder. Secde yerleri yağdan kararır. Tüyleri pantolondan günlerce çıkmaz.
Abbasiler zamanından beri din adamları siyah cübbe giyerdi. Hem sünnettir, hem de vakara uygundur. Şimdi önlük gibi beyaz, buruşuk, içini gösteren, bir de yakası ve önü tiyatro artisti gibi rengârenk işlemeli cübbeler imamların heybetini yok etmektedir. Üstelik kirlenmesin diye naylon folyo sarılı sarıklar, renk renk çiçekli sırmalı fesler, manzarayı gülünç hâle getirmektedir.
Camiyi kiliseden ayıran alamet-i farika sıra ve sandalyelerken, şimdi camiler plastik iskemlelerle dolmuştur. Hâlbuki secde edemeyen sandalye ile değil, yere oturarak kılar. Diyanet bunu ilan eden yazılar asıp vaazlar verdirse de, kimseye dinletememiştir. Eskiden cami imamı, müezzini, hatta kayyımı mahallede itibarı yüksek kişilerdi. Şimdi cemaat, din hademesine hâkimdir.
Eski camilerde hutbe Arapça okunurdu. Hutbede söylenenleri, namazdan evvel vaizler kürsüde Türkçe izah ederdi. Zira hutbe aynı namaz gibi, ezan gibi bir ibadettir. Tek parti devrinde ezan ve hutbe Türkçeleştirilmiş, daha sonra ezan aslına döndürülmesine rağmen hutbe öyle kalmıştır.
Şimdi merkezden gönderilen uydurukça kelimelerle dolu, çoğu dinle alakasız uzun metinleri, hatipler zar zor okumaya çalışmaktadır. İşçiler, memurlar, talebeler, öğle tatilinde camiye gelmektedir. Yaşlıların da abdestini tutması zordur. Hâlbuki hadis-i şerifte, “Cuma namazını uzun, hutbesini kısa tutun” buyurulmuştur. Şimdi tam tersi caridir. Dört halifenin isimlerinin hutbede okunması sahabenin sünneti ve Osmanlıların tatbikatı iken, terk olunmuştur.
Büyük camilerin her köşesinde bir hoca, halka tefsir, hadis, fıkıh dersleri verir, meşhur kitapları okuturdu. Şimdi ehli de talibi de pek kalmamıştır. Eskiden camiler sabahtan yatsı kılınana, hatta bazısı sabaha kadar açıktı. Şimdi çoğu cami, namaz vakitlerinde açılıp, sonra kilitlenmektedir. Arada namaz kılmaya gelenler için ayakkabılıkta bir kişilik yer ya vardır ya yoktur.
Eskiden kadınlar ve 7 yaşından küçük çocuklar cemaate getirilmezdi. Şimdi bazı camilerde kadınlarla âdeta bir panayır gibi erkeklerin içine karışmaktadır. Kadınlar için rahatça abdest alabilecekleri ayrı, nezih bir yer mutlaka tahsis edilmeli, ama erkeklere karışmamalıdır.
Yakında çıkan bir garip âdet de camilere bayrak asmaktır. İslâmiyette ırk ayrılığı yoktur. Camiler, Allah’ındır ve her ırktan Müslümanlara aittir. Bu sebeple mabedlerde bir ırka, bir topluluğa ait alametlerin, sembollerin kullanılması mahzurludur. Rusya’da milyonlarca Müslüman vardır. Hükûmet camilere Rus bayrağı astırsa nasıl karşılanır? İronik olan ise, şimdilerde cami cemaatinin ekserisi Arap mültecilerden ibarettir.
Eski camilerde müezzin minareye çıkarak ezan okur, imam kendi sesiyle namazı kıldırırdı. Camilerin akustiği, imamın sesini içerdeki herkesin işitmesine elverişli idi. Kalabalık cemaatlerde dışarıdakiler için son cemaat yerinde mükebbire denilen balkonumsu yerler olur, burada bir müezzin tekbirleri tekrar ederdi. Müezzinlerin yanık sesle okuduğu ezan, müminleri coşa getirir, gayrimüslimleri ise hayran bırakırdı. Bu sesi işitip Müslüman olan çoktu.
Şimdi cami duvarlarında kocaman amfiler asılıdır. Hoparlör gürültüsü, âdeta Semud kavminin azabı gibi kubbe ve duvarlarda çınlamakta, cemaatte huşu ve huzurdan eser kalmamaktadır. Diyanet, kalabalık olmayan cemaatlerde namazın mikrofonla kıldırılmamasını, ezanın minareye çıkarak okunmasını, hoparlör sesinin kısılmasını emretmiştir. Ama buna riayet eden cami yok gibidir...
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...