"Ben Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunuyum. Mısır’daki dedemin mülküyle alâkalı mahkemelerimiz hâlâ devam ediyor."
Pişmanlığın da tövbe olduğunu dilim döndüğünce anlattım. Pek samimice kucaklaştık. "Demirci" rolünün çok yakıştığını, filmimize renk kattığını söyledim. Biraz moral vererek, biraz şaka yaparak güldürmeye çalıştım usta oyuncuyu. Piyasanın ifadesiyle Yeşilçam'ın Kadir Babası, bizim bir iki filmimizde daha oynadı. Sonra... Sonrası mâlum, hastalandı ve fâni dünyaya vedâ etti. Artık o pisliklere bulaşmadı. Kim bilir ne hikmetleri vardı?
- Bu kadar mı?
- Daha var ama Kadir Savun’la alakalı anlatacağımız bu kadar.
- Üçüncüsü.
- Hepsini anlatırsam vakit yetmez.
- Yettiği kadar.
- Efendim; Nevin Aypar, filmde Bişr-i Hâfî hazretlerinin annesini oynuyordu. Bişr-i Hafi gençken çamurlarda bulduğu Besmele-i şerifi yıkayıp gül kokularıyla bezedikten sonra odasının en mühim, en üst köşesine asarken anne-oğul arasında geçen diyaloglardan sonra Nevin Hanımın hıçkırıklarını dindiremiyorduk. Bir müddet öyle devam etti. Sonra, bir mola arasında yanına yaklaştım;
"Nevin Abla, çok fenâ olduk, bizleri de ağlattınız, o ne biçim rol yapmaktı öyle? Tebrik ederim. Demek sanatçı olmak böyle bir şey, sahiymiş gibi rol yapmak lâzımmış..." Bu iltifatlarım üzerine Nevin Abla biraz da gülerek: "Ah! Ragıp Bey ah! Hakikaten siz rol yaptığımı mı zannettiniz? Ben sahiden ağlıyordum biliyor musun? Kendimi tutamadım. Bir hâl kapladı, tarif edilmez bir hâl... Anlatılmayacak şeyler yaşadım iç âlemimde. Hâlâ da tesirindeyim. Sana bir şey diyeyim mi? Ben Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunuyum. Mısır’daki dedemin mülküyle alâkalı mahkemelerimiz hâlâ devam ediyor. Teyzem Yalova'da başmuallimeydi. Ben de yanında okudum. Güzelliğim herkesin dikkatini çekiyor olmalıydı ki, her yerde olmadık iltifatlar ediyorlardı."
“!!!”
Üzülür yarası çok,
Maziyle arası yok,
Durmaz içini döker,
Alnında karası yok.
Pürdikkat onu dinliyordum. Çantasından birkaç zarf çıkardı. Hayat mecmuasından kesilmiş Pro sabunlarının, Pe-re-ja kolonyalarının reklamlarında gençlik resimleri vardı. Onları, hikâyeleriyle birlikte anlattı. Başından geçen birçok enteresan hâdiseleri de... "Seni evladım yerine koyuyorum da onun için bu sırlarımı rahat anlatıyorum, biliyor musun?" dedi...
Biraz düşündü, dudaklarını ısırır gibi yaptı. “Sana mühim bir kararımı daha açıklayacağım: Bu filmin o emsalsiz sahnesinde ben, can-ı gönülden tövbe ettim. Artık başı açık, kolları, etekleri kısa, yani tesettürsüz gezmeyeceğim. Uygun olmayan hiçbir rolü kabul etmeyeceğim. Dahası, en kısa zamanda Umreye ve onu takiben de Hacca gideceğim, namazımı da bugünden itibaren hiç geçirmeyeceğim. Sen şahid ol Ragıp Bey! Tövbe ettim! Tövbe ettim! Tövbe ettim!" O da ağlıyordu, ben de...
Ağlamak ne güzel bir çözümdü Allah'ım; seviniyoruz ağlayıp rahatlıyoruz, üzülüyoruz ağlayıp rahatlıyoruz. Billurdan gözyaşları kızgın bir metalin üzerine düşüp "cız" diye bir ses çıkardıktan sonra buharlaşması gibi içimizdeki sıkıntıyı, korkuyu, elemi, birer birer, alıp alıp götürüyordu sanki...
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...