"Biz de İslâmiyet’i öğrenmek istiyorduk zaten..."

A -
A +
Nasıl bir sevinçle yazdım anlatamam. Bugünkü yorgunluğum, telaşım, korkularım bir anda yerini tatlı bir huzur ve saadete bırakmıştı.
 

Daha detayını sormadım. “Bu iş nasıl oldu, niçin böyle bir karara vardı?” diye de kafalarının karışmasını istemedim, hemen:

 

- Tamam, peki... dedim adresini kaydettim.

 

Nasıl bir sevinçle yazdım anlatamam. Bugünkü yorgunluğum, telaşım, korkularım bir anda yerini tatlı bir huzur ve saadete bırakmıştı.

 

“Yâ Rabbî! Her şey senden! Bütün kalpleri çeviren sensin. Bizler aciz, zayıf kullarınız. Günâhlarımız yüzünden hizmetleri aksatmamıza fırsat verme, beni ıslah eyle, azgın ve kâfir nefsimin şerrinden, şeytanın hile ve desiselerinden hıfz-ü himaye eyle Allah’ım…” diye duâ ediyordum.

 

Abone için lüzumlu malûmatları aldıktan sonra hediye kitabı vermeme sıra gelmişti. Genç abonemiz:

 

- Abime de aynısından ver. İslâmiyet’i yakından öğrenmek istiyorduk zaten. Şimdi bu fırsat ayağımıza geldi. Hiç kaçırır mıyım? Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi, ellerim titreyerek çantama baktım:

 

- Maalesef ondan kalmamış yalnız şunlar var; Kıyamet ve Ahiret, Herkese Lâzım Olan İmân...

 

- Hangisini münasip görüyorsan o olsun. Biz de dönüşümlü okuruz… deyince ben her ikisini de hediye ederken hıçkırdım. Zapt edilmez billur gözyaşları yanaklarıma doğru akıyordu. Boğuldum sandım. Ruhumda yılların koru yeniden tutuştu, yeniden alevlendi. Kaynar kazanlar devrildi yüreğimde.

 

Kalbe bir şeyler aktı,

 

Akışı ciğer yaktı,

 

Göz izi var yüzünde,

 

Öyle sana kim baktı?

Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve hasret dolu bir aşkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgâr giriyor, cevizden masalar üzerine bırakılmış taze çiçek kokuları getiriyor, altın kokan odanın gölgelerinde görünmez, huzurlu hayaller uçuşuyordu. Hakkında su-i zan ettiğim yaşlı adamın gözleri nemliydi. Bana hiç bakmıyor, devamlı kapanık duruyordu. Bu karşılaşmanın ihtiyar dimağında husule getirdiği tesadüf mü, yoksa beklenti mi ne, ona bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç abonemiz… Esmer delikanlı gözlerini sarı kaplı kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan ellerini asi bağrına bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi muhabbeti, bu anlatılmaz hâl karşısındaki sebepsiz hıçkırığını duyurmamaya çalışıyordu. Odanın loş, uyutucu sükûnunda sanki bu iki insan eski, yeni Türkiye’nin kendine has iki temsilcisi gibiydik. Biri, asırlarca beraber yaşamış neslin son numunesi, bir hatırası… Diğeri, dünden bugüne bozulmadan gelen bir itikâdın kaç asırlık narin, etrafa hoş kokular saçan bir çiçeğin cılız dalı…

 

Netice itibarıyla ikisinin de talihi bu kapalı odada, bu muhteşem, finalle yeniden şekilleniyordu.

 

Pencereden gelen kuş cıvıltıları, atölyenin tezgâh gıcırtılarına karışıyor, gürültü hâlinden uğultuya dönüşüyordu kafamda. Ya da bana öyle geliyordu.

 

Yaşlı adam, bizim duyduklarımıza aldırmadan ve hiçbir şey konuşmadan kalktı, yürüdü. Hafif, kuvvetsiz ayak sürtünmesinden maada bir şey duyulmuyordu. Genç abonemiz, hâlâ hıçkırığını zapt etmeye çalışıyor, donmuş gibi, sandalyesine kapanmış duruyordu. Kalın demir parmaklıklı küçük pencereden intizamsız fasılalarla giren çiçek kokulu, bahar rüzgârının esintisi kulağımıza, gizli bir sır fısıldar gibiydi. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.