Bütün kuzular, biraz aşağıdaki çeşmenin yalağında kana kana su içiyorlardı. “Hay Allah iyiliğini versin Pamukçuk, beni oyaladın! Arkadaşların bak çeşmeye inmişler. Hadi onlara yetişelim! Yoksa hocama ne derim? ‘Kuzularımı kaybettim, özür dilerim mi?’ Hem sonra merhum dedeciğim derdi; ‘sürüden ayrılanı kurt kapar’ diye, neme lazım; başımıza bir hâl gelmesin! Sürüden geri kaldık, kabahat bizde…”
İki arkadaşmış gibi yan yana çeşmeye doğru yürüdüler. İbrahim’in gözü üzerindeydi. O hızlanıyor kuzucuk da… durunca da duruyordu. Demek ki sadık arkadaştı Pamukçuk. “Me me” diye melediğinde, pembe dilinin ucu görünüyordu. Beyaz tüyleri ipek gibi tertemiz ve oldukça parlaktı. Sımsıcacık, hoş kokulu, dokunulması ve okşanması zevkli bir kuzucuktu. Uzun kulaklarının arasında capcanlı gözlerle masum masum bakışı insana huzur veriyordu. Böyle bir hayvanı dövmeyi hiç kimseye yakıştıramıyordu. “O nasıl bir ruh taşıyordu acaba?” diye içinden geçirirken gayr-i ihtiyari ayaklarının önüne denk gelen bir kuru kozalağa vurdu. Kozalak da yuvarlanıp küçük bir su birikintisine düştü. “İnşallah tohumlarının yeşereceği bir yerdir orası” dedi.
Çeşmeye yaklaştığında yaşlı bir ninenin oflaya puflaya kovasını su doldurduğunu gördü. Biraz daha dikkatli baktığında; damarları çıkmış, bir deri, bir kemik kalmış elleri de titriyordu. Rahmetli nineciğine benzetti. Muhterem hocasının “ilk ders” dediği cümleleri aklına geldi. Hiç tereddüt etmeden koştu.
- Anacığım ver, ben doldurayım!
- Sen kimin oğlusun?
- Osman’ın.
- Hangi Osman’ın?
- Şey, nasıl desem ana? Derviş Osman’ın.
- Abbasilerden mi, Farukilerden mi? Kimlerden?
- !!!
İbrahim, cevap vermedi. Gülümseyerek kovayı bir güzel temizledi, çalkaladı sonra da akan suyun altına tuttu.
Beli iki büklüm, elini çeşmenin taşına dayamış kadıncağız, tanımadığı bu çocuğa hayran hayran bakıyordu. Parlayan elâ gözleri; çakmak çakmaktı. Yanakları al al olmuş, pembe dudaklarına hafif bir tebessüm yayılıyordu.
- Zahmet oldu a evladım! Ver artık, ben götürürüm!
- Yok ana! Evinizi gösterin, kapıya kadar bırakayım.
- Yok yok! Bu kadar kâfi.
- Dünyada olmaz! Sonra hocama ne derim?
- Hocan da kimmiş a evladım?
- İsmail Fakirullah Hazretleri.
- O, Abbasilerden. Çok çok mübarek bir zat-ı muhteremdir evladım. Tabii ki; onun talebeleri de onun gibi oluyor. Dağına göre kar…
- Ne dedin anacığım?
- Dağına göre kar dedim.
- Hım yani “hocasına göre talebe” demek istediniz. Doğru anlamış mıyım?
- Maşallah maşallah evladım! Daha şimdiden âlim olmuşsun. Rabbim zihin açıklığı versin!
- Âmin.. Âmin! Duânıza can-ı gönülden “âmin” diyorum lakin âlim olmak nere biz nere ana? Çok aş ekmek yememiz lazım!
- Öyle olsa da şimdiden emareleri görünüyor a evladım, mübarek olsun!
- Eviniz hangisi anacığım?
- Aha, şu açık kapılı yer! A yavrum çok zahmet ettin! Allahü teâlâ razı olsun, ellerin dert görmesin! Allahü teâlânın sevdiği kullardan olasın! İnşallah büyük bir âlim olursun, mübarek hocanız gibi. DEVAMI YARIN