"Dediklerinin hiçbirini ne sen söyledin, ne de ben duydum!" 

A -
A +

Siz öylesiniz, böylesiniz deyip âdeta yapmadığı küfür kalmadı. Gözüm hâlâ o cümlede: "Hizmette sinir ve sınır yoktur..."

 

 

 

Adam, telefonu kapatalım deyince açtı ağzını yumdu gözünü:

 

- Öyle kolay mı? Ne âlâ şey, kapat kurtul! Siz Yahudisiniz! Hattâ onlardan da betersiniz! Sağ gösterip sol vuruyorsunuz, sol gösterip sağ vuruyorsunuz! Ne zamandan beri yayındasınız ekranlarda herkes var bir O (….) hoca efendi yok! Bu hainlik değil de nedir?

 

Siz öylesiniz, böylesiniz deyip âdeta yapmadığı küfür kalmadı. Gözüm hâlâ o cümlede: "Hizmette sinir ve sınır yoktur..."

 

Ardıç benzer meşeye,

 

Hasret kaldık neşeye,

 

Fitnenin uyanması,

 

Düşürür endişeye!

 

Tekrar kuvvetimi topladım:

 

- Dediklerinin hiçbirini ne sen söyledin, ne de ben duydum! Bak kardeşim sen Sivas’ta bir odadasın, ben de İstanbul'da bir köşedeyim. Ateş olsan olduğun yeri yakarsın. “Bu adam korktu! Ondan dolayı da böyle diyor” diyorsan, yanılıyorsun! Yalnız edebimden bir şey söylemiyorum. Senin anan benim anam, senin bacın benim de bacım. İstesem senin söylediklerinin bin katını, daha fazlasıyla iade edebilirim, etmiyorum. Biliyorum ki siz samimi bir müminsiniz ve din, iman gayretiyle de böyle konuşuyorsun. “Bu kanaate nasıl vardın?" diye sorarsan, anlatayım: Bakın kaç tane fedakârlık yaptınız bu kısa zamanda?

 

Birincisi, ne zamandan beri telefonda konuşuyoruz, siz açtığınız için faturanız kabaracak, bu bir fedakârlıktır.

 

İkincisi, bu saatte birçok insan mışıl mışıl sıcak döşeğinde uyuyorken, siz ayaktasınız. Din gayretinden sinirleriniz gerilmiş, asabınız bozulmuş vaziyette, bu da sağlığınızın bozulmasına sebep olabilir, buna rağmen inandığınız bir meselede mücadele ediyorsunuz. Bu da bir fedakârlık değil midir?

 

Daha sayıp dökmeme lüzum yok sanırım. Hem maddi hem de manevi bir fedakârlık içindesin, bu da ancak din gayretiyle, îmân kuvvetiyle olur. Sonra uzun zaman okudukların, dinlediklerin, çevren ne sayarsan say, sana bu şekilde bir tablo çizmiş, bizleri kötü tanıtmış, uzun zamandır beslendiğin kemikleşmiş bu fikirlerini bir telefon görüşmesiyle değiştiremeyeceğimi bildiğim için sana fazla bir şey diyemiyorum. Elimden yalnız bir şey gelir onu da yapacağım söz..." dedim. Ne yapacağımı da anlattım:

 

"Sana, aile efradına ve bütün sevdiklerine hayır duâ edeceğim. İster inan, ister inanma... İster küfürlerine devam et, ister tövbe ve istiğfara..."

 

Adam, “şey” dedi, bir müddet sessiz kaldı, sonra şu cümleler döküldü telefonun ahizesinden:

 

- Yaa! Ne biçim adammışsın beni mahvettin! Keşke dediklerimin bir kısmını da siz bana iâde etseydiniz! Çok şey yaşamıştım ama böyle bir şey hiç yaşamamıştım! Allah, Allah! deyip telefonunu kapatırken benim gözüm hâlâ o kâğıttaki dört, beş kelimedeydi:

 

“Hizmette sinir ve sınır yoktur!”

 

Kaç defa okudum bilemiyorum. Fakat o uzun ve hararetli telefon konuşmasının sonunda duyduğum hazzı, huzur ve saadeti hiç unutmadım. Hâlâ anlatırken bile aynı heyecanı ve huzuru hücrelerime kadar hissediyorum.

 

Bütün bu olup bitenler sabretmenin ve "peki" demenin bir bereketi değil miydi?

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.