Baktım olacak gibi değil arabamı müsait bir gölgeliğe park edip bir süre yürüdüm tanıdık birini görme ümidiyle...
Bu manidar ifadeleri gençliğin içi boş medeni cesaretine ihtiyarların da bitmek bilmez nasihatlerine benzetmiş "Ne demek helâl ettim..." deyip samimice kucaklamıştım güzel kalpli güzel insanı. Dediği gibi olmuştu; geldim onu bulamadım. Onun ifadesiyle çoktan ahirete göçmüştü...
Önce daha çabuk hasretliğimi gidereyim diye arabamdan çıkmadan yavaş yavaş sokaklarını gezmeye bir tanıdık sima armaya başladım. Dumlu neredeyse bıraktığım gibi yerli yerinde duruyordu. Subay lojmanları, 51. Tümen giriş taç kapısı, tepede paşanın konağı, sinema, terzi, berber dükkânları, kahveler, PTT, kiracı olarak kaldığım evler, hamam, sıra sıra kavak ve söğüt ağaçları, ortaokul, ilkokul, fırın, marangozhane...
Seneler önce akşam sabah uğradığım Bakkal Faruk Aydın Abimizin yeri yıkılmamış ama daha beter olmuş terk edilmiş. Geride üzerinde tünediğimiz taşlar kalmıştı. Köşedeki memurlar lokali hepten yıkılmış meydana katılmıştı...
Baktım olacak gibi değil arabamı müsait bir gölgeliğe park edip bir süre yürüdüm tanıdık birini görme ümidiyle...
Seneler önce hatıralarımın olduğu yerleri hayal etmeye çalıştım. Şurada dolmuş beklerdik, burada kayıp düşmüştüm... neler aklıma gelmiyordu ki...
Rüzgârın hissettirdiği Erzurum serinliği sebebiyle Cezo Emminin kahvesine yöneldim.
Hafızamdaki yere benzemiyordu. Kahve için gün yeni başlıyordu. Bir iki masa dışında fazla müşteri yoktu. Eskiyi hatırlatacak bir şeyler bulurum diye düşünerek içeriye hızlıca göz attım ancak dikkatimi çekecek, gözüme çarpan bir şey olmadı. "Açık çay" deyip oturdum. "Maalesef kimseleri göremeyeceğim. Onca yolu boşuna gelmişim" gibi hissediyor, kendime kızıyordum. Çayımı yudumlarken ocağın yanındaki duvarda asılı aynaya iliştirilmiş el çizimi fotoğrafı fark ettim.
Çayımı elime alıp ocağa yaklaştım. Doldurduğu çayları tepsiye dizmekte olan ocakçıya aynanın kenarındaki yıpranmış resmi gösterip “Kâtip Muhlis Güney mi?” diye sordum.
Garson tanımıyordu. Eliyle kasada oturan yaşlıca adamı işaret ederek “Ona sor; bilse o bilir” dedi.
Gösterdiği yaşlıya aynanın kenarındakini işaret ederek Kâtip Muhlis Abinin hayatta olup olmadığını sordum. Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
- Tanır mıydın?
- Çok seneler önce bir arkadaşlığımız olmuştu. Hayatta mı? Nerede?
- Önce sen söyle. Nasıl tanıdın? Onun hakkında ne anlattılar sana?
Yandaki masadan bir sandalye çekti. “Otur, anlat hele” dedi. Yanına iliştim. Çayımı yudumlarken Dumlu'ya gelişimi, onunla ilk tanışmamızı, bu resmini çizip hediye edişimi anlattım. O da "ben bunu hemşehrim Cezo'nun kahvesine koyarım elbette merak edip soranlar çıkar. Böylece sana bir gelir kapısı açılır..." demiş, bana kuvvet vermişti.
Kahveci oturduğu yerden geriye yaslanıp “İki tavşan kanı çay getir yeğenim!" diyerek garsona seslendi. Bana sorma ihtiyacı bile duymadı. Erzurumlu olup da çay içmemek olacak şey miydi?
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...