Erzurum’un bir dağ köyünden çıkıp sosyetenin kalbi Yeşilçam’a gelmek bu devir insanlarına göre olacak şey değildi.
Karşımda “Yeşilçam Figüranlar Kıraathanesi” levhasını görünce gayriihtiyari dikkat kesildim. Kahvehanenin içi gibi dışı da doluydu. Önüne dizilen tahta tabureleri, tavla oynanan demir ayaklı küçük masaları ve her biri bir fenomen oyuncuları görmek için gelenlerin olduğunu duymuş hayretimi saklayamamıştım. Şimdi aynı meraklı gözlerin sahibi bendim. “Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!” ecdat sözü aklıma geliverdi.
Göbeğinin üzerine yasladığı nargileyi fokurdatanı tanıdım, filmlerin kötü rollerinin sembol ismi. Öyle kendinden emindi ki kimseyi umursamıyordu, ben de mühimsemedim “kibirliye mütevazilik olmaz” dedim, görmezlikten geldim. Masalarda rastgele dağıtılmış günlük gazeteleri görünce “Aralarında Türkiye gazetesi var mı?” diye dikkat ettim, "Bu adamlar vatan millet, din... diyen böyle bir yayını okur mu?" diye düşündüm. Maalesef ortalıkta öyle bir gazete yoktu. Biraz sonra kahveci elinde Türkiye gazetesi ile içeri girdiğinde öyle negatif düşündüğüme bin pişman oldum. Fikr-i sabitlik, ön şartlılık ne kötü bir şeymiş meğer bir daha anladım.
Karanlıkta yürüdüm,
Korkudan patlar ödüm,
Hatırama kar yağdı,
Kürek ile kürüdüm.
Kapalı yerlerde sigara henüz yasak edilmediğinden kesif bir sis misali sigara dumanı içinde kaybolan, oyuna veya koyu bir sohbete dalmış ihtiyarların çökük omuzlarını, desen desen, renk renk kıyafetli müdavimlerinin yüksek sesle konuşup gülüşmelerini görüyor, duyuyor ve en mühimiyse kendimi bu âleme pek yabancı hissediyordum. İnsan, eşya her ne varsa hepsini, her şeyi bir yağlı boya tabloya çizer gibi kafama iyice yerleştirdim. Başımı bir şeyleri savuşturuyormuş gibi iki yana sallayıp yürümeye devam ettim...
Erzurum’un bir dağ köyünden çıkıp sosyetenin kalbi Yeşilçam’a gelmek bu devir insanlarına göre olacak şey değildi.
Birkaç adım atmıştım ki “Ragıp Bey Ragıp Bey!” diye bir ses duydum. "Buralar ve ben! Kim ola ki?" diye düşünerek sesin geldiği tarafa baktım. Birkaç hafta tıraş olmamış, kırçıl sakalıyla hafızalarda yer eden yönetmen Yücel Çakmaklı, gülerek bana doğru geliyordu. Yanıma yaklaştı, arkasındaki levhayı kastederek;
“İşte herkesin pek merak ettiği o tılsımlı yer! Kimilerine göre hoş ve bazılarına göre de nahoş o meşhur sokak!”
“Pek muzipmişsiniz!” dedim, etrafa daha dikkatlice baktım.
Önlerinde koca çamların, nazlı birer gelin gibi sıralandığı beyaz, bakımlı, her biri bir sanat eseri binaların, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlak ve ihtişamlı olabileceğini düşündüğüm "meşhur YEŞİLÇAM" denilen yeri böyle pespaye görünce küçük dilimi yutacak gibi oldum. Kırık dökük merdivenlerin iki tarafını yabani otlar kaplamış, ıslak küf, sigara, alkol ve hatta idrar kokan bahçenin yer yer badanası sararmış, boyası dökülmüş köşesine asılı küçücük ve eğreti bir teneke parçasında "Yeşilçam" levhasını okuyunca "hayır, olamaz" mânâsında başımı salladım. Ne ileri, ne de geri gidebiliyordum. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...