"Merak etme yanmazsın! İşte o sinemalarda seyrettiğiniz meşhur filmler hep bu mekânlardan çıktı."
Yücel Bey:
- Önce bu dünyaya alışman ve kabullenmen lazım! Başka şansımız yok! Film yaptığınız müddetçe bu mekânlara ve bu insanlara ihtiyacınız olacak.
- Boş ver burasını, diğerlerine bakalım!
- Şaka yapmıyorum! Olanı olmayanı hepsi bu!
- Desene yandık!
- Merak etme yanmazsın! İşte o sinemalarda seyrettiğiniz meşhur filmler hep bu mekânlardan çıktı.
- Anlamam, başka tarafa hadi... Bize göre bir yere...
Lâf anlatamadığını sanan Yücel Bey, tekrar, katî bir işaretle:
- Buraya girmez, havasını koklamazsanız, oturup bir çayını içmez, nargilesini fokurdatmazsanız olmaz efendim! dedi. Bu kararlı tavrına içimden kızmıştım, ağzımdan:
- Bir de kadeh mi… diyecektim ki sözümü kesti:
- O kadar da değil Ragıp Bey! Herkes haddini bilmeli.
Bu meselede tavizkâr olmadığını anlamam rahatlatmıştı. Kulağım söylenenlerde gözüm etrafta olup bitenlerdeydi. Ürkek bakışlarımı, ilk defa geldiğim ve gördüğüm bu yerden ve oradakilerden alamıyordum. Hayallerim de hissiyatım da alabora olmuştu... Fırtınanın içinde ölüm-kalım mücadelesi veren fedakâr bir kaptanın çaresizliği ve acziyeti içindeydim. Önümdeki hasır sandalyeden tutarak, çaktırmadan çevreyi dikiz ediyor, olup bitenleri tam anlamaya, kavramaya çalışıyordum.
Orta büyüklükteki boşluğun her bir köşesinde masa ve sandalyeler vardı. Bıyıksız, uzun saçlı, pos bıyıklı, favorili, çenesi kıllı, kulağı küpeli, parmaklarının neredeyse hepsinde değişik bir metalden ve taşlardan yüzükleri olanı, boyunları kızıl altın, gümüş zincirli, kara gözlüklü, giyimleriyle de dikkati çeken değişik şekil kılık kıyafetteki insanların, kimi iskambil, kimi taş, bazıları da bir köşeye çekilmiş tavla oynuyordu. Bunların içinde uzaydan gelmişim gibi yalnız ve ne yapacağımı bilmez vaziyetteydim. Her biri de kuluçkaya yatmış köy tavuğu gibi şımarıkça yayılıvermişti masalarına.
Sinema sektörünün faaliyete geçtiği ilk senelerden beri hep böyle gelmiş böyle de gidiyormuş bu âlem. Seyrettiğim filmlerden aklımda kalan ışıltılı geceler, pembe tablolar, bileği bükülmez hep galip gelen kahramanlar, her biri bir rüya süsleyen masalımsı güzeller neredeydi? Hiçbiri, ama hiçbiri hakikati yansıtmıyordu. Bir Anadolu çocuğu da çıkıp böyle bir yer tahayyül edemezdi. Yücel Bey, asabî bir şekilde:
- Neyi bekliyoruz, niçin oturmuyoruz? diye sordu.
- Haklısın, öyle ya, niye oturmuyoruz ki?
- Ha şöyle!
- Bayağı değişik geldi bana! Bunlardan ne köy olur ne kasaba! İşimiz zor! Buradan ve bu adamlardan bir şey çıkmaz...
- Çıkar çıkar! Merak etme! Şimdiye kadar nasıl çıktıysa yine öyle olur. Başka şansımız yok, mal da, malzeme de bu.
Yaşıyor ölü gibi,
Seviyor deli gibi,
Niçin böyle nazlanır,
Bülbülün gülü gibi?
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...