“Erzurum’u, Narman'ı, Gümüşhane’yi bir daha görmek ya kısmet…” diye iç çekiyor, hatıralarımı kalbimin en güzel yerine gömüyordum.
Elimi yüzümü yıkadım, yakındaki kayanın üzerine çıktım. Harşit Vadisine doğru bakınca bağ ve bahçelerde çalışanları, kuşburnu toplayanları gördüm, efkârlandım. Derinliğin içinde şehir tam görünmüyor olsa da aklım fikrim oralardaydı.
Sıra ve sınıf arkadaşlarım, aynı zamanda hemşehrilerim olan Mustafa Kuzey’i, Cemil Polat’ı, Cemil İşleyen’i, Zeki Cano’yu, İsmail Atakul’u, Süleyman Yıldız’ı, o meşhur mektep senelerimi, iyi kötü yaşadıklarımı düşündüm, ufuk çizgisine bakarak dalgın dalgın. Ne hikmetse kendimi tutamıyordum. “Sulu gözlü oldum galiba…” dedim.
Bekliyorum geliver!
Şu kırmızı gülü ver!
Hoca, hep surat asma!
Birazcık da gülüver!
Çıktığım yerden indim. Bu sefer de çimenlerin üzerine ellerim başımın altında sırtüstü uzandım. Bulutların kaçıştığı gökyüzüne bakıyor, hafif hafif esen rüzgârla sallanan dalların hışırtısını dinledim.
Zümrüt yapraklı kocaman kocaman çamlar, ardıçlar, kuşburnu çalılıkları biz garip yolcuları selamlıyorlar âdeta. Kâh gözlerimi çimenlerde gezdiriyorum; toprağın, çiçeklerin nefis kokusunu soluyorum içime. Kâh çok uzak dağ zirvelerinde parça parça bulutlar görüyorum. Gördüklerimin hepsi bir şeyler anlatıyorlar bana. Tam tepemdeki ağaçta bir karakarga görüyorum. Gak gak diye ötüyor aşağı bakarak. Sanki o da bir şeyler söylüyor da ben anlamıyorum.
Tepeden Kuşakkaya’yı görüyorum. Dibinde dolaştığımız, çoğu zaman ders çalıştığımız günler aklıma geliyor. Sonra yine dalların hışırtısına kulak kabartıyorum. Seslerden bir mânâ çıkarıyorum. Her şey geçmişteki bir hatıramı hatırlatıyor, bazıları tebessüm ettiriyor, bazıları içimi acıtıyor. Ellerim başımın altında dalgın, düşünceli, uzanmış duruyorum bir müddet.
Rampadan yukarı çıkan bir kamyonun, kulakları sağır edecek kadar kuvvetli motor gürültüsüyle kendime geliverdim. Sinek kovalar gibi kovaladım aklıma gelenleri. Artık yapabileceğim bir şey yok diye avunmaya çalışarak “Hadi çocuklar yolcu yolunda gerek…” diyerek, yeniden arabaya binip yola koyuldum.
“Erzurum’u, Narman'ı, köyümü ve Gümüşhane’yi bir daha görmek ya kısmet…” diye iç çekiyor, memleket hatıralarımı kalbimin en güzel yerine gömüyordum.
Hep arayı arayı,
Seçtim akla karayı,
Kavuşamazsam eğer,
Yakarım Ankara’yı.
***
İstanbul’a iyice dinlenmiş olarak dönmüştüm. Bedenen olmasa da zihnen rahatlamıştım. Artık yeni projelere sıra gelmişti.
Hafta sonu, yönetmen Yücel Çakmaklı’yla Ayhan Işık Sokaktaki Bidav stüdyolarında buluşacaktık.
TGRT’den çıktığımda yağmur hafiflemişti. Arabamı, Tarlabaşı’ndaki bir kapalı otoparka bıraktıktan sonra piyade yürümeye başladım. İstiklal Caddesi'ne dönen sokaktan geçerken bir dükkân dikkatimi çekti. Mavi, yeşil, mor, sarı birbiriyle zıt renklerdeki lambalarla süslenmiş elektronik eşya satan bu mağazanın vitrinine baktım. Buluşmamızı hatırlayarak fazla beklemedim, yürüdüm. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...