Yaşadığım şehre, insanların arasına bir yere sığamadım!

A -
A +
Kuduz bir kelb tarafından kovalanıyormuşum, demircinin körüğüne bağlanmış şişiriliyormuş gibi bir ruh hâlimle delilik gömleğimi giydim kaldım.

 

 

Sultan’ımı, maiyetindekileri, Bağdat’ı, Bağdatlıları, bütün bilâd-i İslâmiye’yi ve hatta, börtü böcek, nebatat adına ne yaratmışsa Mevlâm, cümlesinin muhabbetini hak ettiği kadar sevebilmem için kalbim en az bir dünya kadar kocaman olmalıydı. Tam istediğimin olup olmayacağını bilemesem de kalbimin genişlediğinin farkındaydım.

 

Şimdi “Ya boş verin! Bu kadarı da fazla!” diyenleriniz olabilir. Ne dediğiniz mühim değil. Birazdan ölebileceğimizi düşünün kâfi. Bunları aklımdan geçirirken göğüs kafesim bir inip bir kalkıyordu. Bütün bedenim ateşte kızdırılmış demir gibi ısınmıştı. Tam kalbim dünyanın en büyük kalbi olacakken yeniden koşmaya başladım. “Koş Meczup!” diyor, dağa değil, sese değil, Sultan’a hiç değil, nehre doğru koş…” diyordum. Hararetimi ancak o dindirebilirdi. Ne hikmeti varsa sesten uzaklaşmaya çalışıyordum. Böyle giderse çıktığım yükseklikten yere çakılmam işten bile değildi. Kanatları parçalanmış bir kartal gibiydim. Koşarken ne düşündüm biliyor musunuz? Tabii nereden bileceksiniz?

 

Aradığımı bulamayan, bulduğum şeyin de aradığım şey olup olmadığından emin olmayan biri olmuş çıkmıştım. Böyle biriyle yola devam etmenin zorluğunu varın siz düşünün.

 

Genç yaşta düştüğüm bu hâlimden kurtulmayacaktım. Artık ölene kadar kalbim, her şeyi sarıp sarmalayacak kadar, yani dünyalar kadar büyük olmasa da en az o irilikte bir boşlukla yaşayacaktım.

 

O gün bu gündür kalbimde mânâ veremediğim bir sızı hissediyorum: Bir yeri yanlışlıkla kesilmiş gibi. Usul usul kan kaybediyorum ama kanayan yeri bulamıyorum. Her akşam büyüklerimden öğrendiğim duâları okuyup uyuyorum, her defasında da sanki bir daha asla uyanmayacakmışım gibiydim. Bu hâlim nereye kadar devam edecekti?

 

Kendimde olmadan bütün gece bir aşağı bir yukarı gittim geldim. Issız evime girerken kalbimdeki boşluğun hâlâ yerinde durduğunu görüyor ürküyordum. Sanki bir cerrahi müdahale geçirmiş de içimde devasa bir şey unutulmuş gibiydim. Vadem dolup ahirete göçene kadar kalbimde en az dünya iriliğinde bir boşlukla yaşayacaktım. Eve sığamadım, yaşadığım şehre sığamadım, insanların arasına sığamadım. Kuduz bir kelb tarafından kovalanıyormuşum, demircinin körüğüne bağlanmış şişiriliyormuş gibi bir ruh hâlimle delilik gömleğimi giydim kaldım.

 

Bir süre sonra boşluğun sebebini ve yerini unuttum. Unutunca o boşluk gitgide karanlığa dönüştü. Karanlık, beni iyice içine aldı. Şehirdeki insanlar, hemen hemen herkes benim deli olduğumu düşündüler. Kendimi tımarhanede buldum. O kadar mütehassıs hekim, mesleklerini, itibarlarını muhafaza edebilme uğruna işe koyuldular. Uzun muayene, ilaçlar, tecrübelerini denediler… Bende bir şey bulamadılar. Bulamadıkça asabileştiler. Ameliyat bıçaklarını çıkardılar. Kesip biçmeye, tahlil etmeye ısrarla devam ettiler. Neticede bu çaresize bir hastalık uydurdular. "Kalbinde anlaşılamayan, tarif edilemeyen bir şey var!” diyemediler. Peki, ya ne dediler? “MECZUP! DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.