Abisinin çantasından bir sararmış kâğıt çıkardı...

A -
A +
"Nazım’ım; Anandan sana yadigâr; belki de bu bıraktığım mektubum olacak..."
  Tek silahı vardı Nene'nin. O da gözyaşları, yağmur gibi, Nazım’ının üzerine yağıyordu. “Çocuğu da ıslattım bak hele!” diyebildi, fısıltıyla. Bir müddet beşiği salladı. Aşırı düşünce, telâş, korku, sevdiklerini kaybetme, uykusuzluk... ne sayarsan say olduğu yerde yığılıp kalmasına sebep olmuştu. Neden sonra uyandığında; soba sönmüş, hava soğumuştu. İhtiyarlar yataklarında büzülmüş kim bilir ne rüyâlar görüyorlardı. Nazım beşiğinde mışıl mışıl uyuyordu. Üzerine bir tülbent çekti. Belki nefesiyle ısınır diye düşündü... Sobaya birkaç kerme attı, kapağını kapattı... Çabuk yanıp bitmesini istemiyordu. “Rabbime emanet olasın canım evladım! Mehmet’imin hatırası! Kuzum, yavrum, anan sana kurban olsun!” derken kalbi, yerinden sökülecek gibi küt küt atıyor, kendini zor tutuyordu... Abisinin, kollarında ruhunu teslim ettiği odaya geçti. Her şey o günkü gibi aynen duruyordu. Sakosu, eski, solgun elbiseleri, sargı bezleri, bir köşede ilaç olarak kullandıkları renkli sular, pamuk, küçük paslı bir makas... Cepheden geldiğinde yanında getirdiği tüfeği, fişekleri... Tüfeği görünce aklına neler gelmedi ki... Doğru yanına gitti, ürkek ve tereddüt dolu gözlerle bir müddet seyretti. Neden sonra eline aldı, evirip çevirip büyüyen gözlerle baktı, baktı. Etraf pek soğuktu ama bu demir parçası daha da… Hiç de alışık olmadığı bu çelik parçası; önce elini, sonra can evini, kalbini üşüttü, titretti. Kocasını, kendini, bütün ailesini, kollarında can veren abisi Hasan’ı… “Abi” derken ölümün soğuk yüzünü, bir şeylerden habersiz mışıl mışıl uyuyan ciğerparesini düşündü. Hep önüne, yere bakıyordu. Kan çanağı olmuş iri, ela gözleri yanlışlıkla Nazım’a, bakıma muhtaç analara kayar, fikrini değiştirir endişesiyle başını kaldırmıyordu.
Nene, tam kapının çıkışında nereden aklına geldiyse geri döndü. Abisinin sefer çantasını açtı, bir sararmış kâğıt ile bir de kopya kalem çıkardı. Oğulcuğuna hitaben şunları yazdı: Canım, bir tanem, Nazım’ım;Anandan sana yadigâr; belki de bu bıraktığım mektubum olacak. “Bu ne biçim anaymış, kundaktaki bebeğini bırakıp gitmiş?” deyip sakın ananı, babanı suçlamayasın! İyi bil ki; sizler yaşayasınız diye, bizler ölüme severek, isteyerek, gidiyoruz! Bizlere kızmayın, iftihar da etmeyin! Zaten milletçe övünmeyi sevmiyoruz, istemiyoruz da… Sadece duâ edin, rahmetle hatırlayın, yeter!“Niye mi gittim oğlum?” suâli, hâlâ seni meşgul ediyorsa işte cevabı:Ermeni eşkıyası, Uruslar güzel memleketimizi ateşe verdi! Evimizden, barkımızdan olduk! Bütün hayallerim, ideallerim tükendi, ayım karardı, güneşim söndü, sevdiklerim sustu, gitti ve ben hepten kayboldum canım evladım! Başka çarem kalmadı...Günler, haftalar, aylar boyu; "Uruslar geliyor" yetmedi "Ermeniler evleri basıyor" haberleriyle yıkıldım, çok acı çektim! Bu acıyla yüzüne bakamıyordum! Sanki, gülen masum gözlerinle; ‘Beni kurtar! Bu zalimlerin eline bırakma” diyordun! O gül tenine dokunamıyor, nur gibi parıldayan alnına bir öpücük konduramıyor, duyduğum ızdıraptan kahroluyordum! DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.