1979 senesinde; Zirai Donatım Kurumu'nun İstanbul Bölge Müdürlüğü'nde Personel ve Sosyal İşler Şefliği görevini yürütürken; iktidara gelen CHP zihniyeti, kendisine militanlık yapmayan memurları kıyıma uğrattı. Hiçbir sebep gösterilmeksizin görevimden alınıp düz memur yapıldım; yetmedi, Diyarbakır Bölge Müdürlüğü emrine 'sürgün' edildim.
Malum, o vakitler Diyarbakır âdeta 'kurtarılmış bölge' addediliyordu; kimsenin can güvenliği yoktu; fail-i meçhul cinayetler birbirini kovalıyordu. Vatanın her köşesi kutsaldır deyip; kimsenin gitmeye cesaret edemediği görev yerine gittim.
Halk, bütünüyle sindirilmiş; geceleri kimse sokağa çıkamıyordu. Meydan yeri, tamamen militanlara kalmıştı ve onlar da gece-gündüz fing atıyorlardı. Sokağın gerçek sahibi onlardı. Merkezde kalıp bir cinayete kurban gitmekten çekinip; aynı bölgeye ait, şehir dışında geçici görev talep ettim. Uygun görüldü ve Mardin, Kızıltepe, Nusaybin vb. şubelerine belirli sürelerle görevlendirildim. Görevde kaldığım altı ay boyunca, bölgede gözlem yaptım. Çok güzel dostlar edindim. Onların sayesinde, her gruptan olan çeşitli militanlarla görüşmeler yaptım. Bunlardan bir kısmı, Filistin Eğitim Kampları'nda eğitilerek yurda dönmüştü. Kimileri dağdaydı. Devlet, yalnızca şeklen vardı ve tüm icraatını 'rutin'in dışına çıkarak sergiliyor ve hepsinden önemlisi, Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkence ve ölümler, yalnızca duyanların bile kanlarını donduruyordu. 'Maskeli devlet'in bu hali, mevcut militanları daha bilemekten ve kendilerine yenilerini eklemekten başka bir işe yaramıyordu! Bölge insanı munisti, müşfikti ve hepsinden önemlisi tevekkül sahibi idi; nasıl olmuştu da bu insanların çocukları çığırından çıkmıştı?! Büyükçe bir kısmı dinsiz ve hemen hepsi asi olmuşlardı. Öyle ki, İmam-Hatip mezunu olan bir militan Allah'a c.c. bile inanmıyordu! Yörenin kanaat önderlerinin ortak görüşü şöyleydi: "Bu devlet, daha kurulduğu günden itibaren bizi aldattı ve dışladı. Dinimizi, dilimizi, kimliğimizi inkâr ederek yasakladı. Biz bir imparatorluk bakiyesi idik; eşyanın tabiatına aykırı olarak; 'çok'lu unsurlar 'tek'e indirgendi. 'Tek tip'çilik, darbe siyaseti ile zorla dayatıldı. Bizi öz benliğimizden kopararak asimilasyona tabi tuttu. Demokrasiye geçildiğini iddia ettikleri devrede bile merkeze devleti oturtup halkı dışladılar. Askerî ve sivil bürokrasi ile tam bir 'otoriter' sistem inşa ettiler. Bunca baskı ve dayatma karşısında biz de canımızı, dinimizi, dilimizi, kimliğimizi ve her şeyimizi korumak ve kurtarmak adına isyan edip dağa çıktık. Bize demokrasi getirmediler ki, bizden demokratik mücadele isteyebilsinler!.." Devletin bu denli garabeti, Menderes ve Özal tarafından görüldü; bir şeyler yapmaya yeltendiler, 'derin devlet' buna müsaade etmedi.
İlk defa 'derin devlet'i hizaya getiren Tayyip Erdoğan, millet adına bu devrimi gerçekleştirdi. Peş peşe demokrasi paketleri açılarak; devlet, maskesini çıkarmaya ve olması lazım gelen asli yerine oturmaya çalışıyor. Devlet, yerli yerine otursun ki, millet de böylece yerini alabilsin; daha açık ifadesiyle böylece demokratik siyasetin önü açılabilsin.
Açılsın ki, böylece devlet de, artık 'meşru' müdafaa yapabilsin!