Hocası (maddi ve manevi nübüvvet ışıklarının hamili, müftü Seyyid Ahmed Mekki Efendi'nin teşhis ve ifadeleriyle; "latif, benzeri bulunmayan, belki de ileride bir benzeri yazılamayacak olan kitabın [Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye] yazarı, zamanımızın bir tanesi") Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin en sevdiği, biricik talebesi idi Enver Ağabey.
Hocasının
biricik kızı Dilvin Hanımefendiyle izdivaç yapıp, onların hane-i
sadetlerine yerleşti ve; Enver Ağabey için imtihanların en çetini (her
an huzurlarında olmak!) böylece başlamıştı!
Cağaloğlu'ndaki gazetedeki ofisinde; baş başa kaldığımız bir günde, anlatmıştı:
"İ.Ü.
Fen Fakültesinin Biyoloji Bölümü'nde asistan olarak akademisyenlik
görevimi, başarı ile sürdürürken, doktora çalışmalarıma hız verdim ve
tam bitirecekken; evde, yemek esnasında, Hocamız (bilmiyormuş gibi
yaparak): 'Siz, mektepte ne yapıyorsunuz?' diye sordu. Allah'ın izniyle
bir ay sonra doktora imtihanım olduğunu ve tezimi bitirdiğimi arz ettim.
'Pekiii!' buyurdular; 'size bir şey söylersek, bizi dinler misiniz?'
dediler. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Çünkü, ben her şeyimi
terk ederek, kendilerine iltica etmiştim! Ondan başka dayanağım,
tutamağım yoktu ki; huzurlarında, rüzgârın titrettiği söğüt yaprağı gibi
idim. Nasıl olur da kendilerini dinlemem?!! Efendim! Tabii dedim;
elbette dinlerim, dedim. 'Mesela' dedi; 'görevinizden istifa et dersek,
istifa eder misiniz?!' buyurdu. Tabii, elbette ederim, dedim. 'Peki
öyleyse; istifa edin de; görelim bakalım; nasıl bir şeymiş bu istifa?!'
dedi. Ertesi günü gittim; Bölüm Başkanım'ın karşı gelmesi ve istifa
dilekçemi yırtıp atmasına rağmen; tekrar istifa dilekçesi yazıp, fakülte
sekreterliğine bıraktım. Odama gittim, çekmecelerimi boşalttım,
ceketimi alıp çıktım.
Akşam, evde yine
sofradayız; 'ne yaptınız' diye sordular; her şeyi anlattım, ilişiğimi
kestiğimi ve artık üniversiteye gitmeyeceğimi söyledim. İnanası
gelmiyormuş gibi yaparak: 'Allah! Allah! Demek istifa ettiniz; inşallah
öyledir!' buyurdu.
Ertesi günü, birlikte
Draman-Eminönü otobüsüne bindik; arka sıralardaki ikili koltuğa oturduk.
Kendileri cam kenarında idi. Bir zaman sonra; iki eliyle başımı sıkıp
ve sertçe sola doğru kıvırarak: 'bazilikayı andıran, şu binayı ve
mektebi kalbinden çıkar!' diye bağırdı. Öyle ki, otobüstekiler; ne
oluyor diye bize döndüler. Ellerini gözlerimden çektiklerinde, baktım
ki, Laleli'deyiz ve bizim fakültenin önünden geçmekteyiz. O anda değil
binayı-mektebi, her şeyi; kendimi bile unuttum! O zaman anladım ki,
şekli istifa, gerçek istifa değilmiş. Kalp, bütünüyle boşalmayınca,
başka şeyle doldurulmazmış! Merhamete bakın; hem kendileri, istifanın
gerçeğini yaptırıyorlar ve hem de; boşalttıkları o kalbi, dünyaya zıt
sevgi ile dolduruyorlar!
Ve, Enver Ağabey'e
öğütleri: Zamanımızın ve bütün zamanların en üstün silahı, güler
yüz-tatlı dildir. Çatık kaş, Cehennemin; güler yüz, Cennet'in
habercisidir! İslamiyet, şefkat ve merhamet dinidir. Siz, İslamiyet'i
öyle yaşayın ki, size gelenler, sizin yüzünüzden Cehennem'lik
olmasın!.."
Hücrelerinin her zerresi ile; mübarek Hocasına 'peki!' diyen ve böylece her şeye kavuşan sevgili Enver Ağabey; mümtaz şahsiyeti ile 'sevgi çağlayanı' olmuş ve o çağlayandan bir yudum içen de, kana kana içen de kurtuldu; ne mutlu!