Madalyasız şampiyon Jim Thorpe

A -
A +

1896'da Atina'da şampiyonlukların tümünü yabancılara kaptıran Yunanlılar çok bozulurlar. Sıra gelir dayanır maratona. Milyarder sponsor Averoff'un kızı ortaya ödüllerin en büyüğünü koyar. Birinci gelecek Yunanlı'yla evleneceğini açıklar. Ama yarışı yakışıklı atletler değil, Spridon adlı bir çoban kazanır. Burada devreye "sınıf farkı" girer, zavallı çoban avucunu yalar. İlk olimpiyatlar Yunan Kralı ve Averoff'un gölgesinde kalır. Ancak Komite Başkanı Coubertin, Paris Olimpiyatlarında da aradığını bulamaz. Organizasyon Dünya Fuarı'nın bir etkinliği gibi sunulur, panayır görüntüsünden kurtulamaz. Ağaca çıkma, halat çekme gibi dallarda yarışan sporculara madalya değil, şemsiye, bisiklet, tıraş takımı ve kalem dağıtırlar. Atletler arazide kaybolur, hakemler ayakta uyurlar. Atılan diskler dallara takılır, atıcılar canlı canlı güvercin vururlar. Belçikalı Leon De Lunden tüfekle 21 kuş avlayarak kürsüye çıkar. İlk kez düzenlenen kürek yarışmasında Hollandalılar dümene 6-7 yaşlarında bir seyirciyi oturtur ve fazla kilolardan kurtulup birinci olurlar. Ne yazık ki annesi pataklayıp eve götürdüğü için ödüle hak kazanan çocuğu kürsüye çıkaramazlar. 1912'de Stockholm'de Amerikalı yüzücü Johnny Weismüller üçgen vücudu ile nazarları üzerinde toplar. Hollywood'un teklifine "Yes OK" der ve Tarzan filmlerinde başrol oynar. Hanımlar koşar mı? Pierre de Coubertin, sporun sadece, boş zamanı olan "elit" bir sınıf tarafından yapılmasını savunur, 'amatör' kelimesini kendine kalkan yapar. Bayanların müsabakalara katılmasını kabullenemez, yaptığı ateşli konuşmalarla, "kadınların rolü, erkeklerin galibiyetini alkışlamaktır" demekten kaçınmaz. O yıllarda pek çok otorite kadının spor yapmasını doğa kurallarına aykırı bulur, koşan kadının yaşlanacağını savunurlar. Amerikalı Robinson o yıl 100 metre finalinde koşar ve 17 yaşında olmasına rağmen dünya rekorunu yakalar. Robinson üç yıl sonra bir araba kazasında sakatlanır, bırakın koşmayı, adım bile atamaz. Ama çok çalışır, önce emekler, sonra yürümeye başlar. 1936 Berlin'de takımında yer alarak 4x100 metre bayrak yarışında birinciliğe imza atar. Hani "azmin elinden" derler ya... 1948 Londra Olimpiyatları'nda 30 yaşında Hollandalı bir anne madalyaları toplar. Seyircilerin şaşkın bakışları altında 100 metre, engelli, uzun atlama ve bayrak yarışından dört altın kapar. Daha da fazlasını alacaktır ama saatleri çakıştığı için diğer yarışlara katılamaz. Ama İtalyan atlet Dorando Pietri onun kadar şanslı değildir, 42 kilometrelik yarışın birincisi olarak stadyuma girer, ancak bitiş çizgisi yerine ters yöne doğru koşar. Bir başka çizgiyi geçip bayılır. Hakemler koluna girip finişe götürürler ama sayılmaz. 1936 Berlin Olimpiyatlarında Naziler her vesile ile propaganda yaparlar. Ancak zenci Jesse Owens gestapolara nal toplatır. 4 altın madalya alarak, Hitler'in "üstün ırk" teorisini paçavra gibi yırtar, yüzüne çalar. Almanlar bile alkışlamaya başlayınca Adolf çılgına döner, kaçarcasına stattan çıkar. İşin enteresan yanı Owens, uzun atlamada, rakibi Alman Luz Long'un tavsiyelerini dikkate alarak, finale çıkar. 76 Montreal'de el kadar bir çocuk asimetrik paralelde 10 tam puan alır ve üç altın, bir gümüş, bir bronz madalya kazanır. Romen Nadia henüz 14 yaşındadır, kilosu kırka bile varmaz. Etiyopyalı Abebe Bikila ise çıplak ayakla koşarak maraton kazanır. Bir sonraki olimpiyatlara geldiğinde ayakkabısı bile vardır ve eh altını haydi haydi alır. 1988 Seul'de Naim Süleymanoğlu, 6 dünya ve 9 olimpiyat rekoru kırarak, "cep herkülü" unvanı kazanır derken Halil Mutlu kervana katılır... Şüphesiz bunlar da enteresan anekdotlar ancak olimpiyatlardan söz açanlar, döner dolaşır Jim Thorpe'yi anlatırlar. Çalınan madalyalar Bilirsiniz Kristof Kolomb'un çocukları Amerikalı yerlilerin atlarını, ormanlarını, göllerini çalar, topyekun kırılsınlar diye virüslü battaniyeler dağıtırlar. Yüzlerce kabileyi, onlarca dili, bir o kadar kültürü yeryüzünden kaldırırlar. Anadolu çocukları bile kovboy filmlerine aldanır, Kızılderilileri cani sanırlar! İşte o hengamede papazlar "asmayalım asimile edelim" teziyle ortaya çıkar. Toplanan çocuklara sahte bir şefkatle kucak açarlar. Onlara bir Hıristiyan ismi verir, boyunlarına bir haç asar ve cemiyete kazandırırlar (!) İşte Jim de böylesi bir okulda okur, onlar gibi giyinir, onlar gibi konuşur, iyi vatandaş olmaya bakar ama onlardan olmayanlar onlara yaranamaz. Jim ataları gibi özgür değildir, dağlara tırmanamaz, çayırlarda koşamaz. Ama yine de Kızılderili kanı taşır, bizon kadar güçlü, geyik kadar hızlıdır. Elemelerde rekorları parçalar ve bileğinin hakkı ile olimpiyata katılma hakkını kazanır. Jim dünyanın dört bir yanından gelen insan azmanlarına fark atar. Hem pentatlonu, hem de dekatlonu kazanınca İsveç Kralı bile ayağa kalkar, ona "Atletlerin atleti" unvanını bağışlar (1912). Bu büyük bir mutluluktur ama hazımsız vatandaşları bir Kızılderilinin şampiyon olmasını kaldıramaz, olmadık iftiralar atarlar. Zaten Olimpiyat Komitesinin başında da bir başka Amerikalı (Avery Burundage) vardır ve soluk benizli olmanın gereğini (!) yapar. Düzmece şikayeti işleme koyar, kazandığı madalyaları elinden alırlar. Jim hayatı boyunca bunun hüznü ile yaşar. Her önüne gelene uğradığı haksızlığı anlatır, büyük bir ümitle yetkililerin kapısını çalar. Dilekçeler verir, mektuplar yazar. Düşünebiliyor musunuz bu başvuruların hepsini "hasıraltı" yaparlar. "Atletlerin atleti" ölürken bile madalyalarını sayıklar, meçhul muhataplarına "onları bana geri verin" diye yalvarır ve gözleri kayar. Jim'in hakkı 67 yıl sonra teslim edilir. Kemikleri çürüdükten sonra...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.