Sizler ile paylaştığım yazılar ve makalelerde doğrudan doğruya piyasa analizi yapmıyorum. Çünkü bunu yapan oldukça fazla sayıda insan var ve maalesef pek çoğu bozuk saatin gün içinde iki defa doğruyu göstermesi gibi yorum yapıyorlar. Oldukça tecrübeli olan ve tutarlı yorum yapanların sayısı çok az. Onların değerinin anlaşılması için kalabalığın içine bir de kendimi eklemiyorum...
Türkiye gibi ülkelerde marifetli insanlara güven az, malumatlı insanlara güven fazladır. Dolayısıyla akademik ünvanlı piyasa analizi yapanlar daha fazla dikkat çekebilir. Bu da çok ciddi tecrübeye sahip ama öz geçmişinde akademik ünvan bulunmayan analistlere karşı haksız rekabet oluşturabilir.
Benzer şekilde merkez bankası ya da düzenleyici otoritelerde görev alanların akademik ünvan taşıması gelişen ülkelerde her zaman karşılık bulan bir durumdur. Gelişmiş ülkelerde ise ünvanı olsa da bu tip kurumlarda görev alanlar sadece adları ve soyadlarıyla anılırlar. Çünkü gelişen ülkelerde bu görevlere atananlarda görev ile ilgili tecrübe aranmaz, gelişmiş ülkelerde ise öyle ya da böyle atanan görev ile alakalı tecrübeler istenir. ABD gibi ülkelerde Başkan'ın atama tercihleri bir de Kongrenin onayına sunulur. Eğer "yasama" organı yürütmenin tercihlerine çekinceli yaklaşıyorsa, oylamadan önce belli eder ki hem iktidar hem de aday toplum önünde mahcup olmasın. Gelişen ülkelerde söz konusu atamalar genellikle doğrudan doğruya yapıldığı için atanan kişilerin siyaseten sakıncalı olmamaları yeterli meziyet olarak sayılır.
Bu şekilde atanan Ekonomi Yönetimi, uyguladığı reçetenin doğru olduğunu kanıtlamak amacıyla parametrelerdeki gelişmeleri kendine göre yorumlar. Eğer işler bozuluyorsa "önce bozulacak sonra düzelecek" der, ara sıra ortaya çıkan olumlu gelişmeleri ise "kalıcı iyileşme yakın" diyerek müjdeye çevirir. Elbette iş sahipleri ortaya çıkan sonuç ile yapılan yorumlar arasında kaldıkları için, finansal tabloları hazırlarken zorlanırlar. Dolayısıyla bu makaleyi onlara ışık tutması için yazdım. Yani "rakamları nasıl yorumlamak ve nasıl anlamlı bir bilgi hâline sokmak lazım" adında bir çalışma bu.
Eurostat ve Avrupa Komisyonu'nun yıllar önce yaptığı ortak çalışma bile resmî rakamlarla piyasada yaşanan gerçeklerin arasında ciddi bir fark olduğunu ortaya koyuyordu. Mesela, açıklanan enflasyon oranları ile sokaktaki insanın hissettiği arasında bazı ülkelerde 9 puana yakın fark oluştuğunu bulmuşlar. Buradan hareketle gelişen ülkelerde firmaların hükûmetin açıkladığı resmî rakamlara ve ekonomi yönetimlerinin yorumlarına bakmak yerine, firmanın öne çıkan 25-30 maliyet kalemini tespit edip, en az 3 yıl geri gidip endeksleme yapmalarını öneririm. Elbette pandemi zamanının rakamları sağlıklı bir analizin yapılmasını önleyeceği için 2021 yılının ortasından itibaren bakmakta fayda var.
Bu dönemi "100" olarak kabul edip her yıl söz konusu maliyetlerde ne kadar artış olduğunu bulup, gelecekteki 2 veya 3 yılı tahmin etmeye çalışmak, ekonomi yönetimlerinin vurdumduymaz yorumlarını dinleyerek hareket etmekten daha doğru bir davranış olacaktır. Yönetim kurullarının doğru işe karar vermeleri için profesyonellerden derli toplu bir gelir-maliyet analizi ve senaryoları almaları uygun olur.
İkinci tavsiyem şudur: Gözle gördüğünüz ve tecrübe ettiğiniz ne varsa güvenin. Eğer ekonomi yönetimi yeterli güveni sağlamamış ise, vatandaşlar ihtiyaçları yokken şimiden mal satın alıyor ise, firma sahipleri de tedarik ve fiyat konusunda kendilerini güvende hissetmiyorlar ise, zaten işler raydan çıkmıştır. Bu durumda firmaların önünde iki seçenek var: Eğer kalite-fiyat rekabetinde mücadele ediliyorsa, fiyatı ne kadar yükseltirlerse yükseltsinler karsızlık sorunu ile karşı karşıya kalabilirler. Zaten yukarıda bahsettiğim gelir-maliyet analizinin gerekliliği burada ortaya çıkıyor. Eğer maliyet muhasebesi üretilen ya da tedarik edilen malla ilgili kâr imkânı olmadığını söylüyorsa, ısrar etmenin manası yok. Diğer taraftan tedarik imkânlarını ve müşteri portföyünü genişleterek hayatta kalma imkânı var ise, son derece ince bir hesap yaparak bir deneme yapılabilir. Ancak bunun mutlaka bir süresi olmalı. Eğer tespit edilmiş süre içinde firma kendini toparlayamıyorsa bu sevdadan vazgeçilmeli.
Tabii bu satırları okurken bana kızan da oluyordur. Nesillerdir devam eden işi kapatmak istemeyenler bunların başında geliyor. Ancak bir ülkede uygulanan ekonomi politikası firmaları batırmayı "yan etki" olarak belirlenmiş ise, ısrar etmenin mantığı yok. Direndikçe zombi firmaların arasına katılmak kaçınılmaz olur. Bir IMF raporu 1997 ile 2020 arasında en çok zombi firmaya sahip 10 ülkeyi şöyle sıralamış: Türkiye, Endonezya, Romanya, Rusya, Norveç, Latvia, Malezya, Brezilya, İtalya, Bulgaristan... Demek ki, firmaların zombileşmesini sağlayan ortamlar coğrafya ile bağlantılı değil. Ancak, zorla yaşatılan ya da borçlanarak hayatına devam ettirilen firmaların ekonomiye büyük yük getirdiği ortada.
Ana meseleye geri dönelim: Parlak CV'li ama tecrübesiz kişilerin ekonomi yönetimlerine atanmasıyla beraber, özel sektöre tepeden bakma yaklaşımı yükselir. Akademik kökenli bu kişiler, gelişen ülkelerde bilimin aşağılanmasının intikamını almak için özel sektörü sürekli "iş bilmemezlikle" suçlar. Bir dereceye kadar haklılık payı da olsa, uygulanan reçetenin zararlı yan etkilerini "modelleme yaptık merak etmeyin düzelecek" diyerek görmezden gelmek başka bir iş bilmezliktir aslında. Şunu unutmamalı: Sebep-sonuç ilişkilerinin birbirine karıştığı dünyada kurulan modelleri sık aralıklarla "hassas ayara" tabi tutmak gerekir. Bunun için modelin gösterdiği sonuç ile gerçek hayatta yaşananlar sürekli olarak karşılaştırılmalı. Ekonomi Yönetimleri nadiren proaktif davrandığı için, söz konusu modeller sonunda çöker ve konjonktürel gelişmeler suçlu ilan edilir. Kabahati üzerine alan kimse olmaz.
Aslında model derken, tek denklemli statik bir model değil çok denklemli dinamik bir modelden bahsediyoruz. Gelişen ülkelerin kritik karar alıcıları bu tip modelleri kuracak esneklik ve beceride değildirler. Dolayısıyla model hızla gerçek hayattan kopmaya başlar. Bu arada benden tavsiye, yukarıda firmalar için önerdiğim gelir-maliyet analizleri de benzer şekilde kontrol edilmeli ve hassas ayara tabi tutulmalı...
Ekonominin bir entropisi vardır. Yani kararlı unsurları rastlantısal unsurlarından azdır. Böyle bir mecrada bilimsellik, ezberlenmiş reçetelerle değil geçmiş tecrübelerin üzerine dikkat ve rasyonelliğin eklenmesiyle rüştünü ispat eder. Bu sebeple firmaların ayakta kalmak için yapacakları borçlanma stratejisinin de dönemden döneme değişiklik göstermesi gerekir. Aynen birincil denge gibi, firmaların kredi faizinde ödeyecekleri reel faiz, aynı döneme ait ciro büyümesi ve faiz ödemeleri hariç, verdikleri gelir-gider fazlasının ciroya oranına eşit ya da daha az olmalıdır. Özellikle yüksek enflasyon-yüksek faiz dönemlerinde bu şarta dikkat edilmesi gerekir. Şimdi daha çetrefilli bir hesaba geçelim:
Makalenin başında belirttiğim gelir-gider endekslemesi değer doğru yapılmış ise, büyük ihtimalle resmî TÜFE'den yüksek oranda ayrıştığı görülecektir. Eğer firma gelirini TÜFE kadar bile artıramıyorsa, faaliyetini kredi alarak devam ettirebilmesi zaten mümkün olamaz. Ancak, gelir artışı hem gider artışı hem de resmî enflasyonun üzerinde ise, bu durumda piyasadaki faiz oranı ne kadar yüksek olursa olsun firma borçlanabilir. Hatta hatırı sayılır bir nakit varlığı var ise, kredi-mevduat faizindeki konjonktürel avantajlardan faydalanabilir. Birçok ülkede mevduat faizleri yüksek iken, bazı sektörlere özel düşük kredi faizleri uygulanmaktadır. Tarım, madencilik veya bazı sanayi kolları için bu uygulamalara rastlanmaktadır.
Özetle, ekonomi yönetimlerinin katma değer oluşturan faaliyetlerle alakalı saha tecrübesinin olmaması, başını kaldırıp dikkatlice etrafı süzen firmaların lehine bazı avantajlar sağlar. Dolayısıyla ekonomi yönetimlerinin iş bilmezlik konusunu daha çok bizlerin dile getirmesi, firmaların ise teşvik düzenlemeleri, kredi kampanyaları, ihracat imkânları vs. gibi alanları kovalarken sürekli altını çizdiğim analizlerle kendilerini tanımaları daha doğru olur. Şikâyet ederek vakit kaybetmemek lazım.
Tabii, kredi alarak yola devam eden zombi olmak yerine faaliyetleri geçici süre durdurmak en iyisi. Diğer taraftan beklentilerle gerçekleşenler arasındaki farktan kaynaklanan avantajları değerlendirerek, karlılığı korumak ve yola devam etmek de mümkün. Eğer bir firmanın bağlı bulunduğu sektör yıllık %10 büyüyecek ise, söz konusu firmanın daha fazla büyümesi ancak ve ancak rakiplerin müşterilerini kaparak olur. Bu bazen agresif hamleler bazen de sakince diğerlerinin piyasadan çekilmesini bekleyerek gerçekleşir. Her iki durum için bilinmesi gereken ise, resmî açıklamalara göre değil gerçeklere göre model kurup uygulamaktır.
Prof. Dr. Emre Alkin'in önceki yazıları...