Hilafet kimin uhdesinde?

Sesli Dinle
A -
A +
Müslümanların kurduğu medeniyetin ilk devlet kurumu Hılâfet’tir. Peygamber Efendimiz sağ iken devlet şer’î ve örfî olarak onun tarafından yönetiliyordu. O, devlet başkanıydı, komutandı, hâsılı devletle ilgili her şeye bakıyordu. Fakat devletin teşkîlâtlanması genel karakteriyle Hazret-i Ömer zamânında olmuştur. Medîne dönemi ilk İslâm devletinin teşekkül zamânıdır. İlâhî vahye dayalı yepyeni bir devlet kuruluyor ve kendisine risâlet tevdî’ edilen zât, dînî formlara dayalı olarak bu yeni kurumu oturtmaya çalışıyordu.
 
Medîne dönemi müşriklerle savaşların yoğun yaşandığı zamandır. Mekke’de kuvvetli olan müşrikler, şirklerini gizlemek derdinde değillerdi; çünkü orada onlar kuvvetli idi. Medîne dönemi hem müşrik savaşlarıyla hem de Medîne münâfıklarıyla uğraşılan bir dönemdir. Bedir’le başlayan serî savaşlar Risâletpenâh Efendimiz’in komutanlık dehâsını ortaya çıkaran devredir. Bunun getirdiği ganîmetler ve onların taksimi, âyetlerin vahyi ile tahakkuk safhasına konurken, beytü’l-mâl, arâzîlerin kullanımı ve öşürleri hep genelde bu dönemde aydınlanıyor, mâlî, hukûkî ve ilmî kurumlar birer birer teşekkül ediyordu.
 
Eshâb-ı kirâm efendilerimiz Yüce Peygamber’imizin ağzından çıkan hiçbir şeye i’tirâz etmiyorlar, onun sözlerinin vahye dayalı olduğunu bildikleri için her dediğini kabûl ediyorlardı. Özelikle insanların en hassas oldukları mal ve ganîmet dağıtımı da bir âyetle belirtilmişti. Nâdiroğulları’ndan alınan ganîmet Muhâcirler’e verilmiş Ensâr’dan yalnız üç kişiye pay ayrılmıştı. “Allâhü te’âlâ’nın o (fethedilen bölge) ve şehir halkının malından Resûlüne verdiği fey (ganîmet malları) Allâh’a, Resûl’e (Âdil devlet ve hükûmet bütçesine ve elçiye) yakın akrabâlığı olanlara (Ehl-i beyt’e) yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden sâdece zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir ni’met olmasın. Peygamber size ne verdiyse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan da uzaklaşın ve Allâh’dan korkun. Şüphesiz Allâh’ın cezâsı pek şiddetlidir.” (Haşr Sûre-i celîlesi 7. Âyet. )
 
Artık bir harb sonrası mes’elesi olan ganîmet taksîmi karâra bağlanmış ve Eshâb buna kayıtsız şartsız tâbi’ olmuştur. Ayrıca burada ganîmet taksîmini de aşan îkazlar da vardır: “Sizi neden sakındırırsa artık ondan uzaklaşın.” Bu da tamâmen itâati gerektiren bir emirdir.
 
Kur’ân-i hakîmde muhtelif yerlerdeki âyetler Efendimiz’e uymayı emredince devletin yönetimi bir probleme ma’rûz kalmadan yürüyordu.
 
“De ki Allâh’a ve Resûlüne itâat edin.” (Âl-i İmrân- 32) 
 
“Ey îmân edenler Allâh’a itâat edin, Resûl’e itâat edin.” (Nisâ-59)
 
“Kim Resûl’e  itâat ederse hiç şüphesiz Allâh’a itâat etmiş olur.” (Nisâ-80)
 
Bu âyet-i kerîmeler Sahâbe-i kirâm için emir mâhiyetinde olması yanında onların kitâba ve Resûlullâh Efendimiz’e öylesine saf ve temiz bir bağlılıkları vardı ki onun zamânında hiçbir problem zuhûr etmedi ve zâten edemezdi.
 
İşte bütün bu âyetlerin ve ulü’l-emre itâat âyetlerinin ne kadar önemeli olduğu rıhlet-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm Efendimizle ortaya çıktı. Vefât-ı Nebî sonrası ilk imtihanlar ilk halîfe Hazret-i Ebûbekir’le zuhûr etti.
 

HİLÂFET’İN GÜNDEME GELMESİ

Hılâfet makâmına gelecek zâtta bâzı önemli maddelerin varlığı aranır. İslâm âlimleri bunu önce dört madde ile belirlemişlerdir. Bunlar: İlim, adâlet, kifâyet (idâri güç) ve re’y (basîret, görüş).
 
Bir diğer madde de başlangıçta tartışılmayacak olan sonra esneyen “İmâmın (halîfenin) Kureyş’ten olması” görüşüydü. Böyle olduğu takdîrde Kureyş’ten olmayan imâma (halîfeye) bîat (bey’at) edilemeyeceği husûsudur ki, uygulamada Müslümân olan Arap dışı kavimlerde Hılâfetin bâtıl olacağı problemi var oluyordu. Osmanlıda olduğu gibi.
 
Aslında 11. asırda Hılâfet Sultan Tuğrul Bey’e geçmiş gibiydi. “Sultan Tuğrul Bey Elcezîre’nin şimâlini Fâtımî hâkimiyetinden kurtardıktan sonra muzafferen Bağdâd’a avdet etmişti. Sünnîliğin ve Abbâsî Hılâfeti’nin halâskârı sıfatıyla İslâm’ın pâyitahtına girerken minnettârı olan Halîfe El-Kaaim bi-emrillâh nâmına çok muhteşem bir merâsimle karşılandı. Büyük hakîkatle târihî zarûreti artık Abbâsî halîfesi de anlamıştı. Sünnî İslâmiyet’in yaşayabilmesi ve bilhâssa Hicret’in 408 ve Mîlâd’ın 1017 târîhinde ulûhiyetini i’lân etmiş olan Fatımî Halîfe’si El-Hâkim bi-emrillâh devrinden beri ayrı bir din ve tahsîsen İslâmiyet düşmanı bir din hâline gelmiş olan müstevlî Fâtımîliğe karşı varlığını muhâfaza edebilmesi için, Abbâsî Hılâfetinin İslâm âlemi üzerindeki her türlü cismânî hâkimiyet haklarını Selçukî sultânına, yâni Arap kavminin İslâm idâresini Oğuz-Türk ırkına devretmesinden başka çâre kalmamıştı.” (İsmâîl Hâmî Dânişmend, Türk Irkı Niçin Müslümân Oldu, 3. Baskı, Burak Yayınevi, s.246,1994, İstanbul)

HİLÂFET’TE DİĞER KANÂATLER

İmâmetin (Hılâfet’in) Kureyş’ten olmasının zarûrî olmadığını söyleyenler arasında Ebûbekir Bâkıllânî de vardır. Hâricî ve Mu’tezile tâifesi de bu görüşü benimsemişlerdir.
 
İbni Haldûn bunu ilk zamanlarda şart olmasının kabîleler arasında asabiyyet (kavmiyetçilik, ırkî dayatma) çekişmesini önlemek için olduğunu yazmıştır. Genelde de İslâm ulemâsı Kureyş şartının gerekli olmadığını savunmuşlardır.
 
İmâm Nesefî (Necmüddîn Ömer Nesefî) medreselerde yüz yıllarca okutulan “Akâid-i Nesefiyye” adlı eserinde imâmetin câiz olabilmesinin Kureyş’ten olması şartını savunmuştur.
Değişen hâdiselerle Halîfe seçiminde sonradan bâzı diğer şartlar da devreye girmiştir: Dünyâ ve din işlerinde ehil olan zât halîfe olarak seçilebilir. Ensâr’ın çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir. Hattâ bunların namzedi Sa’d bin Ubâde idi. İkinci görüşte birinci görüşe ilâveten Kureyş menşeli olması şartı ön plânda idi. Muhâcirlerin çoğu bu görüşteydi ve namzedleri de Hazret-i Ebûbekir’di. Zâten Ehl-i sünnetin çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir, Bunlar “El eimme min Kureyş” (İmâmlar  Kureyş’tendir) hadîs-i şerîfini delîl gösteriyorlardı.
 
Bir diğer görüşte Hılâfet’te akrabalık (yakın akrabalık) şarttı. Bu re’yin taraftarları çoğunluğu Beni Hâşim ve onlara uyanlardı. Bunların namzedi de Hazret-i Alî idi. Şi’â da bu fikri benimsemişti.

HAZRET-İ EBÛBEKİR’İN HALÎFELİĞİ

Başlangıçtaki üç esas re’y ile Hazret-i Ebûbekir ekseriyeti ihrâz ederek icmâ-ı ümmet ile halîfe seçilmiştir. Sa’d b. Ubâde dışında bütün Sahâbe hazerâtı Ebûbekri’s-sıddîk’a bîat etmişlerdir. Bu seçimde iki şey çok mühimdi: Birincisi, Sahâbe-yi kirâm’ın itişâreye verdikleri önem ve şûrâ.
 
İkincisi ise yine Yüce Peygamber’imizin yakın dostu ve hastalığının son zamanlarında imâmeti Hazret-i Ebûbekir’e tevdî’ etmesiydi. Bu aslında şu demekti: Ebûbekri’s-sıddîk benim en yakın dostum, mağara arkadaşım ve beni her zaman şüphesiz ilk tasdîk edendir. Buna rağmen burada en mühim olan nokta Efendimiz’in Sahâbe-i kirâm’ın istişâre ve re’yine müdâhale etmemesidir. Ama peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri olan bu yüksek seciyeli ve karakterli zâtların her işlerinde olduğu gibi Habîbullâh’ın bütün arzûlarını emir bilip bu seçimde de ona göre davranmaları dikkat çekicidir.
 
Bu şartlara ilâveten belki de Hılâfet’in gelecekte vüs’atini sağlayacak olan görüşle bu şartları yediye çıkaranlar da olmuştur. Burada dikkat çeken husus, her hâl-ü kârda baştaki üç ana şarta temelde müdâhale edilmemesidir. (İmâm Kureyş’tendir maddesi hâriç) Burada ehli hâlin akd-i âmmesi (halkın kabulü, bağlanması) husûsunda kâffesi (hepsi ) bir hadîs-i şerîfte şart kılınmıştır. Fıkıh kuralınca ekseriyet bu işe kâfîdir. Hattâ bu hususta Şeyhayn’a (Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer) bîat etmeyenler olmuştur.  Hazret-i Alî’ye de Sahâbe’den bîât etmeyenler olmuştur. Bunları muhâlefet olarak görmek uygun olmayıp, ictihâd olarak görmek gerekir.
Bir diğer görüşte de eski halîfenin seçtiği birkaç kimseden birinin seçimiyle de olabilir. Hazret-i Osmân bu yolla seçilmiştir. Hazret-i Ömer’in seçtiği altı kişilik hey’et halîfe seçiminde ittifâk edemeyince Hazret-i Osman ile Hazret-i Alî ekseriyeti kazandılar. Sonra Abdurrahmân b. Avf radıyallâhü anh hakem tâyin olunmuş, Hazret-i Osmân ekseriyeti kazandığı için vazîfe kendisine tevcîh edilmiştir. Bâzı fitne unsurlarının dillendirdikleri gibi olmayıp, Hazret-i Osmân’nın seçimi son derece meşrû’ ve usullere uygundur.
Bir diğer şartta da velâyet (velîahdlik) ve vesâyet (vasîyi tavsiye etme, teklif) bu durumda eski halîfenin Hılâfet şartlarını üzerinde bulunduranlardan birini ta’yîn edip ümmetin kabûlüyle te’sîs olunur. Meselâ Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer’i velîahd ta’yîn etmiştir. Fakat Sahâbeden buna da i’tirâz eden olmuştur. Burada şuna dikkat edilmelidir: Bu re’y ayrılıkları Sahâbe-i kirâm arasında zaman zaman olmuştur. Bunlar birer ictihâd mes’elesidir; dolayısıyla nefsî husûmetlere sebep olmamıştır. Halîfe seçiminde de Resûlullâh Efendimiz’e en lâyık olanın seçilmesi için uğraşıyorlardı. Nitekim Hazret-i Ömer, Sahâbe-i kirâm’ı râzî ve iknâ ederek seçilmiştir.
 
Burada dikkat çeken bir diğer husus da şudur: İlk iki halîfe Hazret-i Peygamber’in en çok sevdiği ve en yakınları olan ve aynı zamanda da kayınpederleri (şeyhayn) olan iki muhterem zâttır. Sahâbe-i kirâm’ın ekseriyeti bu görüşte ittifâk hâlindeydiler. Bu demek değildir ki Hazret-i Osman ve Hazret-i Alî Efendimiz’e uzaktılar. Bu öyle bir şey değil. Burada mühim olan Sahâbe-i kirâm arasında ittifâkı ve idârî güveni sağlamaktır. Buna rağmen râşid halîfelerin seçimlerinde hep istişâre ve şûrâ olmuştur; sonra velâyet ve velâyet-i ahd devreye girmiştir.

BİR DİĞER MADDE

Hılâfet’te bir diğer yol kılıç hakkı idi. Adaylar arasında ihtilâf çıkarsa içlerinden o siyâsete muktedir olanlardan biri seçilirdi. O, bu işe tâlip olur ve câiz görülür ve halk da ona itâat ederse Hılâfet sübût bulurdu. Ümmet ulemâsı bu yola “zarûret tarîkyle” diye cevâz vermişlerdir. Hulefâ-yı Râşidîn’de (ilk dört seçkin halîfe) hılâfet ırsî değildi. Halîfe ümmet tarafından istişâre ile seçilirdi. Hattâ Hazret-i Ömer, Ashâb’a (şûrâya) oğlu Abdullâh’ı seçmemelerini tenbîh etmişti.
 
Hazret-i Alî’nin aldığı yaradan dolayı hayâtından ümit kesilince ölüm döşeğinde yatarken taraftârlarından “Hazret-i Hasan’a bîat edelim mi?” sorusuna “Size bunu ne yapın ne yapmayın diye tavsiye ederim” demiştir. (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Târîhi, Çağ Yayınları s. 63-64, 1986 İstanbul)
“Hazret-i Ömer’in halîfe seçiminde bâzı endîşelere karşılık aydınlatıcı yollar da vardı. Hazret-i Ebûbekir hastalanıp vefât edeceğini hissedince halîfenin belirlenmesi konusunun faydalı olacağını düşündü.  Bir seçim olur Sahâbe de ona bîat ederse bu bir nev’î velîahd ta’yîni gibi olacaktı. Bu konuyu Sahâbe-i kirâm ile istişâre etti. Onlardan ayrıştırmayan faydalı görüşler ortaya çıkıyordu.  Kendisi önce Abdurrahmân b. Avf ile görüştü O da kendisine “Senin görüşün mutlakâ en faziletli olanıdır” dedi.
 
Hazret-i Sıddîk sonra Hazret-i Osman ile görüştü. O da Hazret-i Ömer’i överek “Onun içi dışından daha hayırlıdır ve onun benzeri aramızda yoktur” dedi. Başlangıçta Abdurrahmân b. Avf Hazret-i Ömer’in sert mîzaçlı olduğunu söyledi. Hazret-i Ebûbekir de “Ben ona kefîlim” dedi.

HAZRET-İ SIDDÎK’İN TEKLÎFİ

Sonra Hattâboğlu Ömer’in hilâfetine karşı bir tutum olmadığı anlaşılınca Ebûbekir hazretleri Hazret-i Osmân’ı çağırarak şunları yazdırdı: “Bismillâhirrahmânirrahım. Ebûbekir bin Kuhâfe’den Müslümânlara teahhüddür: Şöyle ki (bu ibâreyi yazdırdıktan sonra baygınlık geçirdi, kendisine geldikten sonra devâm etti) Ömer b. Hattâb’ın size halîfe olmasını istiyorum. Âdil davranacağını ümîd ve temennî ediyorum. Eğer zulmederse ben gaybı bilmem. Ben sizin için hayırlı olanı tavsiye ediyorum.” Sonra Hazret-i Osman’a “Yazdıklarını oku!” dedi. O da okudu. Hazret-i Ebûbekir tekbîr getirdi ve bu vasiyyetin Hazret-i Talha’ya halka teblîgini bildirdi. Sonra Ashâb’a şöyle seslendi: Size bir kişiyi halîfe olarak teklif ediyorum ki o benim akrabam değildir. Ömer b. Hattâb’ı halîfe olarak kabûl ediyor musunuz? “Kabûl ediyoruz” cevâbını verdiler. Sonra Hazret-i Sıddîk “Onu dinleyin ve itâat edin! Bence hilâfete en yakın olan odur” dedi. Ümmet de” Hep birlikte “dinledik ve itâat ettik” dediler. (Genişçe Faydalanılan Kaynak: Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, ME c.1 İstanbul 1983)
 
Yalnızca Talha b. Ubeydullah radıyallâhü anh Hazret-i Ömer’in sert mizaçlı olduğunu, hatırlatarak “Yarın Allâh katında ne dersin?” deyince Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Talha’ya “Yâ Rab, senin yarattıklarının üzerine onların en iyisini ta’yîn ettim derim” cevâbını verdi. Hazret-i Talha da kabûl etti. Târih, 22 Cemâziyessânî / 13 H.  (13 Ağustos 634) (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Târîhi, Çağ Yayınları s. 63-64, 1986 İstanbul)
 
Hulefâ-yı Râşidîn’den yalnız Hazret-i Ebûbekr’in imâmeti hemen kabûl edilirken diğer halîfelerde birtakım görüş farklılıkları ortaya çıktıysa da bunlar hasmâne tavırlara sebep olmamış ve hasbîce halledilmiştir.
 
Hazret-i Muâviye’ye kadar genelde sâkin geçen şûrâ ve istişâreler onun Hılâfetinde Osmanlıda bu müessesenin babadan oğula geçmesinde meşrû yolu açarak ümmeti büyük bir kargaşadan ve şüpheden kurtarmıştır. Unutulmaması gereken husus, Hazert-i Muâviye, Sahâbe-i kirâm’dan ve ictihâd sâhibi bir zâttı. Ehl-i Sünnet arasında bile bu “babadan oğula” konusuna şüphe ile bakanlar çıkmışsa da mâkûl düşündüklerinde bu mes’elede şer’î bir ihtilâf olmadığı hükmüne varılmıştır.
 
Hulâsaten, asırlar evvelinde yaşanmış olaylara bu zamanda aklî delliler muvâcehesinde karar verirsek şüphesiz yanılırız. Hiç unutulmaması gereken şey; Sahâbe-i kirâm hazerâtının Kur’ân-ı kerîmde övülen ve Yüce Peygamber’imizin övdüğü ve onların aleyhinde söz söyleyenlere “Şefâatim ümmetimden her birine şâmildir. Yalnız Eshâbımı sebb ve şetm edenler (çekiştiren ve kötü söz söyleyen)  mahrûmdur.” ve “Eshâbımdan birini sebb ve şetm edenlere Cenâb-ı Allâh ile melâike-i kirâm ve cemî’i nâsın lâ’neti olsun.” ( Münâvi ve Câmiüssagîr ) (Kenzü’l-irfân, Kelâmî Dergâh-ı Şerîfi Post-nişîni Fazîletli Erbilî  El-Hâc Muhammed Es’ad Efendi,  Mahmûd Bey Matbaası, S. 29, 1324, Numara 28 İstanbul)
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.