Kestirmeden çok kısa zamanda en yakın hastanenin aciline vardılar. Ortalık ana-baba günü; ağlaşanlar, birbirine sarılanlar, sigarası elinde oflayan-puflayanlar sarmış dört bir yanı... Ali, çok şaşırmıştı, korku dolu gözlerle etrafını süzdü. Hoparlörden gelen doktor anonsu, kulakları tırmalıyordu: “Doktor Salih Bey! Doktor Salih Bey! Acil hastanız var! Acile geliniz, lütfen acile!”
Sedyeye alınan ihtiyar, hızla muayeneye götürüldü.
***
Kazazedeyi ve cipi kullananı tanımıyordu küçük Ali. Onlar da onu tanımıyorlardı muhakkak. Bu insanlar, o an tesadüfen bir araya gelmiş, yaralı birine Allah rızası için yardım etmişlerdi. Bu ne güzel duyguydu Allah’ım! Kimselerden bir şeyler beklemeden karşılıksız yardımlaşma, hattâ işlerinden, güçlerinden fedakârlık etme… Bunlar, en insani davranışlardı elbette… Diğer canlılardan fark bu olsa gerek diye düşündü Ali. Tam o sırada yanına yaklaşan genç şoför:
- Doktorlara sordum; dedende ufak tefek sıyrıkların, çiziklerin dışında çatlaklar varmış, tehlikeli bir şey yokmuş, korkma! İnşallah çabuk şifa bulur. Verilmiş sadakanız varmış yeğen! Büyük bir tehlike atlatmışsınız! Acil işim var, gitmem lâzım. Tekrar geçmiş olsun… deyip başını okşadı, uzaklaştı.
Babasının başını okşamasını hatırlayıp bir hoş olan Ali “Yok! O adam benim dedem falan değil” diyemeden gözden kaybolana kadar peşi sıra baktı.
***
Yapayalnız kalan Ali, bahçeye geçti. Bir renkler dünyasına girmiş gibi oldu. Kalın paltolarına, montlarına bürünmüş erkek, kadın, çeşitli yaştaki çocuklar, yol boyunca yürüyorlardı… Hepsinin de bir derdi vardı. Sıcak yuvasından keyif için kim çıkıp gelecekti ki hastaneye…
Giyimlerinden taşralı oldukları anlaşılan aileyi görünce babası, anası ve kardeşiyle en son gittikleri köyleri aklına geldi. O ne güzellikti yâ Rabbim! Mevsim yaz, güneş tepeden altın bir tepsi gibi her tarafı sımsıcak ısıtıyordu. Yediverenler, ortancalar, gecesafaları, sağlı sollu bahçelerden sarkan sarmaşıklar, akasyalar, allı morlu güller, sanki her şey insana gülümsüyor gibiydiler. Mavi, yeşil, kırmızı, beyaz iç içe geçmiş, bir tablo gibiydi her taraf… O gün çok koşmuş, eğlenmiş, âdeta büyülenmişti. Şırıl şırıl akan dere, şangur şungur durmadan dönen değirmen, kuzular, koyunlar, atlar, inekler… Hele hele peşlerinden hiç ayrılmayan Cesur ismini taktıkları koyu duman rengi köpek… Ama hepsinden de güzeli, ailesiyle birlikte oluşuydu. “Canım babam… Aslan babacığım!” Giydiği kahverengi takım elbisesi de ne güzel yakışmıştı. Köylüler hep “hoş geldin” diyor, evlerine davet ediyorlardı. Güvercin yeşili tarlalar, sarıya boyalı çayırlar... Bir de güzel isim koymuşlar: “Huzurveren Köyü…”
“Ah, eski günler! Babam olsaydı, başka ne isterdim! Ah babacığım! İstanbul bambaşka olurdu o zaman!” DEVAMI YARIN