Tahta kapıyı ne kadar yavaş açsa da “gacır gucur” sesler çıkarmasına mâni olamıyordu. Sanki mahalleye; “Lütfü Hoca namaza gidiyor, ne uyuyorsunuz!” der gibiydi.
Sabahın serin rüzgârı yüzünü, sakalını okşayarak esiyor, uyku mahmurluğunu hepten dağıtıyordu. Dar sokağı çıkıp Hacı Dilavar’ın çöplüklerine gelince, gayr-i ihtiyari Sütpınar kayalarına baktı. Asırlardır aynıydı, yan gelmiş uyuyan kara, zebella bir dev gibi yükseliyordu köyün önünde. Bir yerlerde bir şeyler arıyordu gözleri. Ne aradığını kendi de bilmiyordu. Döndü kır mahallesine doğru baktı. Hava önce açıktı, sonra koyulaştı ve her tarafı yoğun sisle kaplanıyordu. Gün doğuşuna doğru hava daha ısınacak yerde hepten soğuyordu… Hakikaten soğuk muydu, yoksa ona mı öyle geliyordu?
Birkaç gün sonra ciğerparesini, hiç de tanımadıkları, bilmedikleri uzak bir yerlere göndereceklerdi. Çocuk denecek yaşta gelini ve hayat tecrübesi fazla olmayan on sekiz yaşlarındaki oğulcuğu evlerini geçindirebilecekler miydi? Her yerin ipsizi, sapsızı olurdu, peki öyle birileriyle karşı karşıya kalsalardı ne yaparlardı iki acemi? Onlara karşı durup kendilerini koruyabilecek miydi? Hayat mücadelesine küçük yaşlarda atılmak hiç de kolay değildi. Çok uzak diyarlarda, üstelik etraflarında candan bir yakınları olmayacaktı. Gurbet illerde hayata tutunmak zordu. Oralarda kimi, kimseyi tanımıyorlardı, kimseler de onları bilmezdi… Örf, âdet, ananeleri de mutlaka farklıydı. Erzurum nere, Afyonkarahisar neresiydi? Biri şark, diğeri garp tarafındaydı memleketin. O düşünmesin de kim düşünsündü?
Gözlerine uyku girmemiş, horoz ötüşlerinin yoğunlaşmasına kadar da yatağında dönüp durmuştu. Yorgun bakışlarını örten hilâl kaşları çatıktı kaç gündür. Toprak benizli, henüz kır düşmüş sakalı, servi boylu, oldukça yakışıklı biri olarak tanınsaydı da o kendini ağır mesuliyetin altında ezik hissediyor, bu yüzden de belini bükülmüş olarak görüyordu.
Okumayı, öğretmeyi, araştırıp incelemeyi seven Lütfü Hoca, gidebildiği kadar yerleri, memleketleri dolaşmış en sonunda; suyu bol, yeşillik, insanı munis, şirin bu köye gelip yerleşmişti. Sabırla çalışmış, çok hizmet edip köyle, köylülerle kaynaşmıştı. Kız alıp kız vererek de akraba olmuş, iyice dostluğunu pekiştirmişti.
Bugünlerde belini büken çok sevdiği evlatlarının gurbet ellerde yalnız kalmasıydı. Posta müvezzii, hanım tarafından da akrabası olan Gornesli İbrahim Efendinin eline tutuşturduğu resmî sarı zarfı açıp içine baktığı günden beri hep böyleydi. Canından can evlatlarını uzak diyarlara gönül rahatlığıyla gönderebilmek için, kalbinin rahat edebileceği bir çare bulmaya çalışıyordu…
Bakmağa kıyamadığı ve pek emek verdiği köye ilk geldiği günü hatırladı. O zaman daha bıyıkları yeni terlemiş delikanlıydı. Kendi köyleri Aha’dan babacığının imamlık yaptığı Hoşov’a gidiyordu. Tam burada, Topcugil’in evinin sırasındaki yolun üzerinde atından inmiş, bulunduğu yerden etrafı süzerken elinde bir değnekle, orta yaş birinin geldiğini görmüştü. DEVAMI YARIN