Küçük kerimemle torunum Bahçelievler İhlâs Kolejinde okuyorlardı. Her akşam olduğu gibi onları almaya gitmiştim...
Eskiden köylü olsun, şehirli olsun insanımız birbirlerine; mânâ içinde mânâ yüklü, kelimelerle hitap etmeyi severdi. Öyle ki konuşmak bir "sanat" hâlini almıştı.
Dolayısıyla her hususta ifadelerin en vecizi, mânâların en yükseği, en alımlısı, en edeplisi seçilmiş, kendini ifade edebilmede üstün bir lisan ortaya çıkmıştı.
Evlilik, aile hayatı ile alakalı olanlar ise bu hususta zirve sayılırdı.
İslâm ahlakıyla ahlaklanmış kavimlerde, bilhassa Osmanlılarda bu anane, görgü en üst seviyedeydi.
Evlât, babasına; “beybabacığım” annesine; “hanımanneciğim …” Hanım, kocasına; “efendi, efendiciğim”; bey de hanımına; “hanım sultan” vs. hürmet, muhabbet, iltifat, kadir, kıymet ifade eden manidar sözlerle hitap ederlerdi.
Yuva kuranlar için:
“Evlenmek”
“Ev-bark kurmak”
“Baş-göz olmak”
“Zevc-zevce olmak”
“Karı-koca olmak” gibi destansı kelimeler seçilmişti.
Anadolu’da en yaygın olanı ise hiç şüphesiz ailenin birbirine; “KARI-KOCA” demeleriydi.
“KARI-KOCA” kelimelerine şimdi öyle bir mânâ yüklenmiş ki; insan ağzına almaya ürküyor. Evin erkeği hanımına: “KARI” dese kıyamet kopuyor. Başta hanım, çocuklar “ne kaba adam” dedikleri gibi muhataplarını; babaları da olsa yerin dibine sokup, rezil-rüsva etmeden çekinmiyorlar bile.
Merak ettim; “ne oldu da bu masum kelimelere bu kadar husumet oluşmuştu?”
Sabah erken uyanır,
Renkten renge boyanır,
Bu kadar karmaşaya,
Kalpler nasıl dayanır?
***
Küçük kerimemle torunum Bahçelievler İhlâs Kolejinde okuyorlardı.
Her akşam olduğu gibi onları almaya gitmiştim. Yanımızdan ikişerli, üçerli grup grup çocuklar güle oynaya geçerlerken bir çocuk dikkatimi çekmişti. Anadolu’dan geldiği her hâliyle belli olan bu çocuk, oldukça masum, üzgün ve tek başınaydı. Bahçe duvarına kadar geldi. Bir müddet duraklayarak oradaki hareketliliğe baktı, konuşulanlara kulak verdi. Bir talebenin uzaktan uzağa titrek sesi, başka birinin ince tiz yakarışı duyulmakta... Davudi başka bir ses neşeli bir şarkı çığırmakta. Bağrışmalar, kaçışmalar… Anlayacağınız; tam bir okul önü ambiyansı…
Güneş, ta yüksek binaların üzerine iyice yaklaşmış, gökyüzündeki beyaz beyaz bulutçuklar hafiften bakır rengine dönüşmekte. Rüzgârsız hava, daha ziyade sakin sayılırdı.
Gözüm o garip çocuğun üzerinde ne hikmetse… Elimde olmadan uzaktan takip ediyorum. Nihayet biraz bana yaklaşınca aracın camını indirdim, elimi uzattım:
- Bak yeğenim, görüyor musun?
- Neyi?
- Şu güzel manzarayı... Ne hoş tablo değil mi? İşte güz mevsiminin bütün ihtişamı, işte âfâka yükselen modern gökdelenler… Ya şu batmaya hazırlanan güneş! İtiraf edeyim ki güneş burada daha başka türlü parlıyor. Bak, altınla yaldızlanmış gibi... Sanki güneş şeffaf bir kızıl şelâle olmuş akıyor; binaların üstüne üstüne…
- !!!
- Haklısın susmakta yeğenim! “Bu adam da akşam akşam nelerden bahsediyor, neler konuşuyor?” diye soracaksın ama terbiyen müsaade etmiyor.
- Estağfirullah emice!
- !!!
DEVAMI YARIN

