Hüsna Ninem'in anlattıkları bütün iç âlemimi gizliden gizliye sarmış olmalı ki; basit bir hadise bile beni o günlere rahat götürebiliyordu.
Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle anlatmıştı harp yıllarını Hüsna Ninem:
“93 Muharebesinden sonra düşman orduları Kars’ı, Ardahan’ı, Göle’yi, Oltu, Narman, Pasinler’i almış, Erzurum’a kadar dayanmışlar… Bu vatan parçasını yakıp yıkmış, ıssız ve harap bir virane hâlinde bırakıp def olup gitmişlerdi. O âfetlerden arta kalmış halk; bu taş yığınları arasında açlık, fukaralık ile ölüm kalım mücadelesi vermiş zavallı insanlardı. Bunlar; yarı çıplak bir hâlde; alevlerin kararttığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini bulup toplamış, iki taş arasında ezerek öğütmeye çalışmış; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden yiyecek çıkarmış ve bir yabancının ayak sesini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kuytu köşeye saklanan, aciz duruma düşürülmüş insanlar... Yani ecdadımız...”
Düşünüyorum da aklım havsalam almıyordu. Dedelerimizin, ninelerimizin, mağaralarda, birtakım toprak ve taş kovuklarında, duvar diplerinde ölüm kalım mücadelesi vererek yaşadıklarını ve hayvanlarla iç içe haşır neşir olduklarını; İstanbul’un bu modern semtinde, bu kolejin bahçesinde düşünmek, bana pek ağır, pek ayıp geliyordu.
Hüsna Ninem'in anlattıkları bütün iç âlemimi gizliden gizliye sarmış olmalı ki; basit bir hadise bile beni o günlere rahat götürebiliyordu. Bir bakıma şuuraltıma iyice kazınmışlar… Nasıl acı çekmişlerse onu iliklerimde hisseder olmuşum. Aklımdan kalanlardan bir seferberlik tablosu daha:
“Köyümüz Aha’da Sosan dayıların bir yetimi; davarı önüne katmış, her adımda bir hasta ihtiyar gibi öksüre öksüre karşı sırtları tırmanıyor… Bir deri bir kemik kalmış kara camışlar, alaca inekler iri, çapaklı gözlerini korkuyla çevirerek, etrafta yiyecek bir şey aramaktalar… Köyün çöplüğünde, köpek enikleriyle çocuklar birbirine karışmış, oynaşıyorlar. Kâh küçük çocuklardan biri, süprüntülerin arasından bir şey bulup çıkarıyor. Köpek, üzerine hücum edip elinden alıyor… Kâh köpeğin ön ayakları arasındakine bir çocuk müdahâle ediyor… Bazen de iki taraf arasında paylaşılamayan bir keven kökünü bir camış ya da keçi alıp uzaklaşıyor…”
Hikmetleri sayılmaz,
Söz verince cayılmaz,
Bu millet neler çekmiş,
Anlatmakla bilinmez.
Düşünüyorum: Hakikaten, bir eski Hint harabesine benzeyen bizim köydeki insanların, o devirdeki hâllerini bu modern devirde lüks içinde yaşayanlar nasıl anlayabilecekti ki?
Buraya geldiğimin, hayallere daldığımın bilmem kaçıncı dakikası idi. Gözümün üzerinde olduğu bu bekleyen, hemşehrim olarak tahmin ettiğim çocuk; bende bir şey sezmiş olmalı ki cılız ve titrek bir sesle sordu:
- Uşaklarınız, benden kaçirler! Niçin?
- !!!
Beklemediğim bu suâle ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemeden kısa bir bocalama yaşadım. Neden sonra gayr-i ihtiyari:
- Yabancısın da ondan!
- !!!
DEVAMI YARIN

