“Bizim köy buraya yakın, ben giderim arkadaş…”

Sesli Dinle
A -
A +
Sanki kardan bir tufan vardı! Gök delinmiş gibi aralıksız yağıyor, hangi yönden estiği belli olmayan rüzgâr, nefesimizi kesiyordu. Bütün yaralı talebeler oflaya puflaya, inleyerek, uzaktan köpek havlamaları duyulan köye doğru sel olmuş, ilerliyorduk…
 
Önde oturanların ifadesine göre otobüsümüz bir viraja girince kamyonun ışıklarını görememiş ve bir köprübaşından aşağı yuvarlanıvermiş…
 
“Bu yağışla, Oltu-Narman yolu kapanır...” 
 
“Açık olsa da nasıl gideceğiz?..”
 
“Bizim köy buraya yakın, ben giderim arkadaş…”
 
Her kafadan bir ses çıksa da en kısa zamanda hedefimizdeki köye ulaşmaya çalışıyorduk.Bizden büyük abilerimiz avazları çıktığı kadar “İmdat! İmdat!” diye bağırıyor, bazılarımız ellerini ağızlarına götürüp ıslık çalarak sesimizi duyurmaya çalışıyorduk.
 
Bağrışmamızdan olsa gerek köpek ulumaları ve havlamaları, daha sıklaşmıştı.Dağ başında bu karda-kışta kazadan ölmemiştik ama şimdi de tipiden boğulma tehlikesi, kurda kuşa yem olma korkusu sarmıştı. Yürüdük epeyce, Nefsinarman denilen köye vardık. Adamlar karşılarında kardan adam gençleri görünce pek şaşırdı, hemen kahveyi açtı, sobayı yakıp sıcak çay ikram ettiler.           
 
***
Hava sakinleşip kar tipi dinince, sabahı beklemedik, birkaç arkadaşımla köye yöneldik...
 
Alacakaranlık içinde kare küp şeklinde, bembeyaz bir kayanın belli belirsiz hayali gibi görünen imam evinin cılız ışıkları parlıyordu. Ara sıra tahta kapının açılıp kapanmasıyla girip çıkanların seslerini gecenin hafif rüzgârı, derin bir uğultu hâlinde her tarafa yayıyor, kesintisiz ulumalarıyla ölümü hatırlatan köpekler, karlı havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu.
 
Beyaza bürülü dağlar gittikçe lacivert rengine bürünüyor, daha esrarlı bir hâl alıyordu.Uçurumlardaki şekilsiz gölgeler, küçülmüş sessiz tayalar, yer yer yarısı kullanılmış dişlek kalaklar, üzeri buz bağlamış dereler, çay, izi olmayan yollar ve hepsinden de mühimi gece durmadan yürüyen kazazede birkaç çocuk…
 
Yüz hanelik köyün toprak damlı tek kat evleri, çayın güney yamaçlarına birbirinin önünü kapatmayacak şekilde kurulmuştu. Dere boyunca sıralanan evlerin orta yerindeki evimize giden dar sokağın sağındaki demirci Mevlit Ustanın eğreti dükkân kapısı aralıktı. Yerlerde hayvan nallamaya/çakmaya yarayan çatalın ayaklarına bağlı alaca köpek, yabancı kokular almış gibi, sık sık başını kaldırarak havlıyor, tırnaklarıyla kazmaya çalıştığı soğuk ve nemli küllerin üzerinde yuvarlaklar çizerek dolaşıyordu.
 
Çıplak söğüt dallarında rastgele asılmış çeşitli renkte çamaşırlar, bostan korkuluğu gibi donmuş, kaskatı duruyordu.Tek pencereli odamızın kapısı önüne gidip gelenlerin çokluğundan olsa gerek, zemin mermer gibi kayganlaşmıştı.
 
Maceralı bir yolculuktan sonra en sevdiklerine yaklaşmanın heyecanıyla gözlerimi, açılmasını beklediğim kapıya dikmiştim ki komşu hanımlardan “Naciye Abla” dediğim önüme dikildi:
 
“Ragıp Efendi sen hoş geldin.”
 
“Hoşbulduk Naciye Abla.”
 
“Sizin ev müsait  değil.”
 
“Olmasın...”
 
“Anan…”
 
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.