“Giotto” lakaplı resim dersi hocamız, bulunduğumuz yerden Gümüşhane’nin umumi görünümü olan bir manzarasını yaptırdı. Bu yağlı boya tabloyu mektebin hâkim bir salonuna astılar. Başka sınıftaki çocuklara; “Meşhur ressamların isimlerini sayın...” dediklerinde, birçoğu benim ismimi de söylüyormuş. Duyunca çok gülmüştüm…
***
“Zaman su gibi akıyor” derler ya, işte öyle oldu, beklediğimiz yarıyıl tatili geldi, karneleri aldık. Aileme iftiharla gösterebileceğim notlarımla birlikte valizimi kaptığım gibi otobüs garajına koştum. Bir rüya âlemindeydim sanki. Okul idarecileri, önceden biletlerimizi almış, yerlerimizi ayarlamışlardı. Erzurum’a gidecek otobüsler sıra sıra diziliydi. Yolcuların çoğu okul arkadaşlarımdı. Binişimizle birlikte Kop zirvesinden aşıp Erzurum terminaline inişimiz çok keyifli olmuştu. Anlayacağınız, bir kuş misali uçuvermiştik Gümüşhane’den Erzurum’a. “Çok şükür, buraya kadar iyi geçti de bakalım bundan sonraki yolculuğumuz nasıl olacak?” diyerek Narman’a gidecek otobüslerin bulunduğu yazıhaneye geldim. Ortalık talebe kaynıyordu. Uzak yakın vilayetlerden gelenler, Erzurum’da okuyanlar, bir an evvel evlerine ulaşma telâşındaydı.
Herkes temiz giyinip gelmiş, bir gün kaybetmek istemiyordu. Simsarlar, ısrarla vasıta olmadığını söylüyor, başka bir şey demiyordu. Bu arada tamirde bir otobüsün olduğunu öğrendik. Otuz beş, kırk kişi bir araya geldik. Tamirdeki otobüsün yanına gidip şoförüyle konuştuk. Adam:
“Ben götüreyim çocuklar; fakat, farlarım yanmıyor! Burada da yokmuş!” dedi.
“Olsun, gündüz ona ne ihtiyaç var…” diyerek, zorla ikna edip bizi götürmeyi kabul ettirdik.
Soğuktan üşüyecek yerde, koşuşturma ve heyecandan terlemiştim bile.
Gümüşhane, bir vâdi içinde... Yerin gökle birleşmiş gibi göründüğü ufuk hattına bakabilmek için, başını yukarı kaldırmak mecburiyetindeydin. Erzurum’daysa tam tersi, alabildiğine düzlüktü. Gün kaybımız olmadan yola çıkma heyecanıyla başımı kaldırdım etrafa şöyle bir baktım. Her taraf bembeyaz kar, isten ve sisten dolayı da hiçbir şey net görünmüyordu.
Evet, güzel şeyler olacağına öyle inanmıştım ki aksini düşünemiyor, etrafımı bile göremiyordum…
Bu hissiyatla otobüse bindim. Koltuğa gömülür gibi oturup pencereden dışarı baktım. Vınlayarak esen sert rüzgâr sanki; “Bekle Narman! Ragıp geliyor!” diyordu
Çetin kış şartlarında yolculuk hep öyle olur; koltuğa oturur oturmaz ister uykusuzluk, ister yorgunluk ve hasretten, ne derseniz deyin, aklımdan babacığımın mektupta yazdıklarını hayal ederken yavaş yavaş gözlerim kapandı.
Neden sonra arkadaşların canhıraş bağrışmalarıyla uyandım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken pencereden baktım. Korkunç bir uçurumun ucundayız! Ha kaydı, ha kayacak vaziyette arabamız asılı kalmıştı. Aynı zamanda nişanlımın da amcazadesi olan Süleyman Yıldız arkadaşım, kapıyı tutmuş, ne atlayabiliyor ne de çıkmak isteyenlere müsaade ediyordu. Belli ki şok geçiriyordu. DEVAMI YARIN