Filistin Devleti'ni peş peşe tanıyan Avrupa ülkeleri kısa vadede neyi değiştirebilir?

BM Genel Kurulu öncesinde Kanada, İngiltere ve Avustralya’nın Filistin’i tanıma kararı uluslararası gündemin ilk sırasına oturdu. Peki bu adım sahada somut bir değişim doğuracak mı, yoksa sadece sembolik bir mesaj mı? Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Bölge Çalışmaları Enstitüsü Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı Dr. Öğr. Üyesi Barın Kayaoğlu ve İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi, ODAP Kurucu Direktörü Dr. Ali Semin Türkiye için değerlendirdi.
DIŞ HABERLER—Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yüksek düzeyli görüşmeleri 23 Eylül’de New York’ta başlayacak. Genel Kurul haftası yaklaşırken, Filistin’i resmen tanıyacağını açıklayan ülkelerden art arda mesajlar geliyor.
İsrail’in Gazze’de yol açtığı açlık, yıkım ve on binlerce sivil kaybının küresel tepkiyi büyüttüğü bir dönemde, 195 ülkeden üst düzey temsilcilerin katılacağı zirvenin en kritik başlıklarından biri Filistin olacak. Liderler, Filistin’in devlet olarak tanınması, iki devletli çözüm vizyonunun yeniden canlandırılması ve İsrail’in soykırım düzeyine ulaşan saldırılarının sonlandırılması konularını ele alacak.
Filistin, 15 Kasım 1988’de bağımsızlığını ilan etmişti. Bugün itibarıyla BM üyesi 193 ülkeden 147’si Filistin’i tanıyor.
Genel Kurul haftasına saatler kala Kanada, İngiltere ve Avustralya’nın da Filistin’i tanıma kararı açıklaması süreci yeni bir boyuta taşıdı. Peki bu adımlar ne anlama geliyor, kısa vadede sahada nasıl bir etki gösterebilir? Uzmanlara sorduk.
"KISA VADEDE REEL BİR FAYDA SINIRLI OLUR"
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Bölge Çalışmaları Enstitüsü Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı Dr. Öğr. Üyesi Barın Kayaoğlu şu değerlendirmeyi yaptı:
“Hayır, ciddi bir kırılma beklemiyorum. Adı geçen üç ülke Batı ittifakında Filistin’i zaten tanımış olan Norveç ve İspanya’dan daha nüfuzlu olsalar da, Trump’ın asıl ilgi alanı olan ‘Çin’i çevreleme’ stratejisi açısından önem arz ettikleri için Trump yönetiminin aşırı tepki vereceğini sanmıyorum.
Avustralya, Birleşik Krallık ve Kanada açısından ise bu adım daha çok kendi iç kamuoylarını ve iktidar partilerinin tabanlarını tatmin etmeye yönelik. Üçünde de sol ve/veya liberal partiler iktidarda. Ancak etkisi çok sınırlı olacaktır — en azından kısa vadede. Dünyada bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması için desteği belirleyici olan tek ülke var: ABD.”
'TANIMA ÖNEMLİ AMA SINIRLAR TARTIŞMALI'
İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi ve ODAP Kurucu Direktörü Dr. Ali Semin ise şu yorumlarda bulundu:
“Bu sürecin etkisi vardır ancak yeterli olup olmayacağı tartışmalı. Bugüne kadar 147 ülke Filistin’i tanıdı fakat bu, devletin bağımsızlığını sağlamaya yetmedi.
İngiltere ve Fransa’nın Filistin’i tanıması önemli bir gelişmedir; zira her iki ülke de BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi. Ancak unutulmamalıdır ki Çin de 1988’de Filistin’i tanımış, hatta İsrail’den önce bu adımı atmış, İsrail’i ise 1992’de tanımıştı. Çin’in daimi üye olmasına rağmen bu tanıma Filistin’in bağımsızlığına somut bir katkı sağlamamıştı.
Bugün ise tablo biraz daha farklı. Cezayir’in de Filistin’i tanıması beklenmekte. Hatırlanacağı üzere, 2002’de Beyrut’ta düzenlenen Arap Zirvesi’nde dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından ortaya konulan ve literatürde ‘Arap Planı’ olarak bilinen girişim, Filistin devletinin kurulmasını ve İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini öngörüyordu.
Bugünkü tanıma kararlarının, Filistin’i yalnızca kavramsal düzeyde devlet olarak kabul ettiğini görüyoruz. Ancak sınırlar, topraklar ve işgal altındaki bölgeler konusunda açık bir ifade bulunmuyor. Oysa 1967 sınırları çerçevesinde yapılacak bir tanıma hem Arap dünyası hem de İslam dünyası açısından çok daha anlamlı bir adım olacaktır.
Buna karşın mevcut sınırlarla sınırlı bir Filistin devletinin kabul edilmesi, Filistin’in çıkarlarından ziyade İsrail’in tezlerini güçlendirecek ve bu tezlerin onaylanması anlamına gelecektir. Dolayısıyla süreç içinde ciddi çelişkiler vardır. Bu nedenle tanıma önemlidir; ancak içeriği ve kapsamı belirleyici olacaktır."
AVRUPA-ABD ÇATLAĞI VE AKSA TUFANI ETKİSİ
Dr. Ali Semin, Filistin’i tanıma sürecini iki dinamik üzerinden değerlendirdi:
“Uluslararası toplumda bir hareketlenme var. Bunu, 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı’nın bir yansıması olarak da görebiliriz. Bu süreç özellikle İngiltere’nin Filistin’i tanıma tutumunu etkiledi. Çünkü Trump’ın başkan seçilmesinden sonra Avrupa’ya karşı izlediği sert politika belirleyici oldu.”
Semin’e göre, Ukrayna savaşı da bu tabloyu derinleştirdi:
“Artık Batı, iki bloğa bölünmüş durumda: bir ABD bloğu, bir de Avrupa bloğu. Trump’ın Ukrayna savaşına ilişkin kararları ve Avrupa’ya uyguladığı gümrük vergileri, Avrupalılara şunu gösterdi: Amerika kendi çıkarı söz konusu olduğunda Avrupa’yı yok sayıyor.”
ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız desteğin yeni bir kırılma oluşturduğunu vurgulayan Semin şunları ekledi:
“Gazze’deki soykırımı durdurmayan Amerika ciddi bir güven kaybı yaşadı. Bu güven kaybını telafi etmezse, boşluğu Rusya ve Çin dolduracaktır. Avrupa ise bu nedenle Orta Doğu’da daha aktif bir rol üstlenmeye hazırlanıyor.”
GAZZE İKİNCİ BİR SÜVEYŞ KRİZİ
Dr. Ali Semin, Gazze’de yaşananların bölgesel dengeleri kökten değiştirdiğini belirterek şunları söyledi:
“9 Eylül’deki Doha saldırısının ardından Arap ülkeleri yeni alternatif arayışlarına yöneldi. ‘Amerika ile bu kadar işbirliği yapıyoruz ama konu İsrail olunca bizi yok sayıyor’ değerlendirmesi öne çıktı. Bu nedenle bölge ülkeleri güvenlik alanında Çin ve Rusya ile işbirliği gündeme aldı. Zaten ekonomi ve ticarette güçlü bağlar var. 2021’de İran ile Çin arasında 400 milyar dolarlık, 25 yıllık bir anlaşma imzalandı. Irak da 2019’da Çin’le 500 milyar dolarlık bir mutabakata varmıştı.”
Semin, bu süreci tarihsel bir örnekle kıyasladı:
“Orta Doğu, Gazze ile birlikte ikinci bir Süveyş Krizi’ni yaşıyor. 1956’da İsrail, Fransa, İngiltere ve Mısır arasındaki savaş Arap dünyasını Sovyetler Birliği ile işbirliğine yöneltmişti. Bugün de benzer bir tablo var. ABD, İsrail’e sınırsız destek vererek soykırıma sessiz kalıyor. Bu tutum Rusya ve Çin’i bölgede daha da etkili kılacak.”
Türkiye’de de benzer tartışmalar yaşandığını hatırlatan Semin, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin son çıkışına dikkat çekti:
“Bahçeli’nin ‘Türkiye, Rusya ve Çin ittifakı’ önerisi de Orta Doğu’da İsrail’e karşı yükselen tepkilerin bir yansımasıdır. Arap dünyasında da benzer görüşler dillendiriliyor. İsrail karşısında Çin ve Rusya ile işbirliği artık daha çok konuşuluyor.”
Semin, Avrupa’nın da bu süreçte daha aktif bir rol üstlenmek zorunda kalacağına işaret etti:
“Amerika’nın bu politikası hem Avrupa’nın hem de Orta Doğu ülkelerinin çıkarlarını riske atıyor. Eğer bu tutum devam ederse, Avrupalılar ‘arka plana çekil, biz artık Orta Doğu’da varız’ diyecek. Özellikle Fransa ve İngiltere bu yönde adım atmak istiyor. Gazze’deki soykırım Orta Doğu için ikinci bir Süveyş krizidir. Burada kritik nokta, Filistin’in 1967 sınırları temelinde tanınmasıdır. Aksi halde süreç Filistin’in değil, İsrail’in tezlerini güçlendirecektir.”
ABD iç siyasetindeki bazı krizler – özellikle Trump’ın Epstein bağlantısına dair tartışmalar – Washington’un İsrail politikasını dolaylı olarak etkiliyor olabilir mi? Bu tür kırılmalar, Kanada, İngiltere ve Avustralya gibi müttefiklerin daha bağımsız diplomatik pozisyonlar almasına zemin hazırlıyor mu?
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Amerika Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı Dr. Öğr. Üyesi Barın Kayaoğlu, ABD iç politikasındaki tartışmaların İsrail’in etkisini nasıl şekillendirdiğini şöyle değerlendirdi:
"Ben açıkçası İsrail'in kısmen Epstein dosyaları ve benzer "kompromatlar" sayesinde, kısmen de AIPAC gibi lobi kuruluşları, ayrıca ciddi bir ölçüde Hollywood üzerinden Amerikan siyasi ve kültür hayatına ciddi bir etki ettiğini düşünüyorum.
Ancak burada bir çatlama var ve bu Trump'tan değil, İsrail'in Filistin'e yaptığı zulüm üzerinden Amerikan kamuoyunun (özellikle Cumhuriyetçi Parti'nin genç seçmenlerinin) bir anlamda "uyanması."
Bir diğer dinamik ise Trump'ın 2016 seçimlerinde verdiği gibi 2024 seçimlerindeki "yeni savaş yok" sözünden kısmen de olsa dönmesi, hatta 12 Gün Savaşı sırasında "'Önce Amerika' sloganı bana ait, o yüzden ne anlama geldiğine de ben karar veririm" ifadesi. Bu çağımız açısından bile çok Orwellci bir ifadeydi ve kendisini siyasi arenada zorluyor.
ABD müttefiklerinin ise bu tür çatırdamalara nasıl tepki vereceği daha çok ABD'deki çalkantıların kısa ve orta vadeli ancak geçici mi (1960'ların sonu ve 1970'lerin geneli gibi) yoksa daha yapısal ve kalıcı mı olacağı karar verecek.
Şu an için kesin bir hükümde bulunmak mümkün değil."

EPSTEİN DEĞİL, İSRAİL'İN GÜVENLİĞİ BELİRLEYİCİ
Dr. Ali Semin – İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi, ODAP Kurucu Direktörü:
“Epstein dosyası Gazze olayından sonra gündeme geldi. Trump’ın İsrail’i savunmak zorunda kalması bu dosyayla ilgili değil; böyle söylemek meseleyi Trump’a indirgemek olur. Eğer öyle olsaydı, Amerika 1948’den bu yana İsrail’i sürekli savunur muydu? ABD’nin Orta Doğu stratejisinin temeli her zaman İsrail’in güvenliği olmuştur. Hükümetler değişse de bu politika değişmedi. Avrupa’nın Filistin’i tanıma girişimleri de Trump’ın kişisel sorunlarından değil, Avrupa’nın Orta Doğu’da yeniden etkinlik kazanma isteğinden kaynaklanıyor.”
Semin, Epstein iddialarının aslında Amerikan iç siyasetinde bir malzeme olduğunu belirtti:
“Epstein dosyası tamamen iç siyasetin konusudur. Trump’ın geçmişinde çok sayıda skandal, dava ve kriz oldu ama hiçbiri başkanlık sürecini engellemedi. Asıl mesele diplomatik rekabet. Trump açıkça ‘İsrail ne istiyorsa yaparım, biz İsrail’in yanındayız’ diyor. Bunun arkasında Yahudi lobisinin etkisi ve Trump’ın İsrail’e bağlılığı var. Birinci döneminde attığı adımları hatırlayalım: Golan Tepeleri’ni İsrail toprağı saydı, ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıdı, İbrahim Anlaşmaları’yla Arap ülkeleriyle İsrail arasında normalleşmeyi başlattı. Epstein meselesi üç ay önce gündeme geldi ama Trump çok daha önce Biden’ın yasakladığı tonlarca bombayı İsrail’e sağlamıştı.”
Semin, ABD’nin İsrail’i desteklemeye devam ettiği sürece bölgedeki istikrarsızlığın süreceğini vurguladı:
“Amerika istemediği sürece İsrail ayakta kalamaz. ABD silah desteğini, mali yardımı ya da BM’deki vetosunu kesse İsrail’in devam etmesi mümkün değil. Bugün Amerika’nın Orta Doğu’daki çıkarı istikrarsızlık üzerine kurulu. Sınırların değişmesi, genişletilmiş bir İsrail’in ortaya çıkması, Büyük Orta Doğu Projesi’nin uygulanması… Tüm bunlar aynı zamanda Çin’in yükselişini frenleyecektir. Bu nedenle bölgede yakın vadede istikrar beklemek bana göre mümkün değil.”
Filistin’de uzun süredir devam eden Gazze–Batı Şeria bölünmüşlüğü ve Hamas–El Fetih rekabeti göz önüne alındığında, bu durum bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına engel teşkil eder mi? İki idarenin geleceği nasıl şekillenir?
Filistin’in iç bölünmüşlüğüne de değinen Dr. Ali Semin, Gazze–Batı Şeria ayrışmasının aşılabileceğini söyledi:
“Filistin 2007’den bu yana iki idareli. Ancak bağımsız bir devlet ilan edildiğinde Hamas ile El Fetih’in birleşmesi zor değil. Bir anlaşma sağlanabilir. Bu nedenle meseleye sadece mevcut idareler üzerinden bakmak doğru değil. Devlet kurulduğunda birleşme ihtimali yüksektir. Elbette siyasi rekabet olacaktır; muhalefet–iktidar ayrımı her ülkede var. Ama bu kalıcı bir engel olmaz.”
Semin, Hamas’ın yaşadığı kayıplara ve iç sorunlara dikkat çekerek şunları ekledi:
“Hamas son dönemde iki liderini kaybetti ve içeride ciddi sorunlarla karşı karşıya. İki ayrı idare bugüne kadar İsrail’in işine yaradı. 2008’deki Hamas–El Fetih çatışmaları ve 2009’da Mısır arabuluculuğuyla yapılan esir takası bunun örnekleriydi. Bu tür iç çekişmeler Filistin’i zayıflattı. Ama bağımsız devlet kurulduğunda iktidar da kendiliğinden şekillenir. Sudan’ın bölünmesi, Kosova’nın bağımsızlığı veya Kıbrıs örneğinde olduğu gibi siyasi yapı zamanla oluşur. Dolayısıyla asıl mesele Hamas–El Fetih rekabeti değil, Filistin devletinin kurulabilmesidir.”