Oryantalistlerin İslam Ülkelerinde İslam’ı Değiştirme Stratejisi

A -
A +

İslam dininin mukaddes kitabı Kur’an-ı kerim, hiçbir değişikliğe uğramadan, sonradan içine insan sözü katılmadan vahyedildiği şekliyle mütevatir olarak bugüne kadar Müslümanların elinde bulunmaktadır. Eshab-i kiram ve ulema, en hassas bir şekilde onu muhafaza ederek kendilerinden sonraki nesillere ulaştırmışlardır. Aynı şekilde Peygamber aleyhisselâm’ın Hadis Külliyatı da hiçbir din ve toplumda görülmeyen “cerh ve ta’dil ilmi” kriterleri çerçevesinde nakledilmiştir. Böylece o Külliyat, din düşmanlarının saldırı ve tahribinden korunmuştur. Dört Mezhep İmamı, bunlara bağlı Müctehid ve âlimlerin tedvin ettikleri Akâid ve Fıkıh kitaplarında “uydurma nakl”e dayalı, “zarûriyyat-ı diniyye”den olan hiçbir hüküm bulunmaz. Hepsi Kur’an’a, Hadis’e ve İcma’a dayanır.
Yahudi ve Hristiyan camiasında dinin temelini teşkil eden kitapları “Tevrat ve İncil”, kendi din adamlarının ifadesiyle değiştirilmiş, reforma tâbi tutulmuştur. Bunu resmen ilân etmişler ve şu anda bu yapıyı gururla müdafaa etmektedirler. Özellikle Hristiyanlar, dinlerinin geniş halk kitlelerine ulaşması için Misyonerlik teşkilatını kurmuşlardır. Ancak İslam dini gibi yayılmadığını görmüş ve çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. Haçlı Seferleri gibi dini, kılıç ve zulümle yayma teşebbüsünde bulunmuşlar, savaşta değil, zapt ettikleri yerlerde yüzbinlerce Müslüman sivil halkı – kadın, çocuk ve yaşlı demeden - kılıçtan geçirmişlerdir. Fakat yine istedikleri neticeye ulaşamamışlardır. Bu, asırlarca devam etmiştir.
Nihayet şuna karar vermişlerdir: İslam’ı değiştirerek Müslümanları kendimize benzetmek. Oryantalizm bu şekilde ortaya çıkmıştır. Fikri ve eğitimsel hazırlık döneminden sonra 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Mısır, Türkiye, Rusya, Arabistan ve Hindistan gibi İslam ülke ve topluluklarında İslam’da Islahat, Uyanış, Yenileşme ve Modernizm ismi altında Batı’ya adaptasyon süreci başlatılmıştır.
Oryantalistlerin İslam ülkelerinde uygulamaya koydukları bu İslam’ı Değiştirme Stratejisi’nde yer alan belli başlı hedef ve ilkeler şunlardır:

1. KUR’AN’DA ŞÜPHE UYANDIRMA
Nüzül döneminde Müşrikler, inen âyetlerle ilgili olarak “Bunlar eskilerin masallarıdır. Sen bir peygamber değilsin, bunları uydurup bize söylüyorsun.” tarzında Hazret-i Peygamber’e hakaret etmiş ve onu yalanlamışlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:
Yoksa  (Resûlüm, sana iftirada bulunarak) "Kur'ân'ı” uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi (durmayın) Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini (ediplerinizi, şairlerinizi ve dilediğiniz kişileri) de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi (belâgat ve fesahatte ona denk) uydurma (olarak nitelendirdiğiniz) on sûre getirin." (Hûd,13). Fakat Müşrikler bunu yapamadılar.
Şimdi çağımızdaki Oryantalistlere bakalım:
Filipinli Oryantalist Thomas J. O'shaughnessy, Eschatological Themes in the Qur'an adlı çalışmasında baştan sona:
Muhammed’in Kuran’daki eskatolojik (ahiret ahvali, cennet ve cehennem gibi) temalarının, İncil ve Tevrat’tan, Süryani ve Habeş metinlerinden almış olabileceği yahut bunları bilen bazı öğretmenlerden öğrenmiş olabileceği” teması işlenmektedir. Bu tezviratı, ilahiyatçı Ömer Kara – reddiye olarak değil – çeviride bulunarak yayınlamıştır.
Müsteşrikler, Kur’an’da şâibe uyandırabilmek için Peygamber Efendimiz’in “ümmî” olmadığını iddia ederler. Ümmîlik, “kitap okuyamaz ve yazı yazamaz”, anlamına gelmektedir. Ancak bu özellik, Resûlüllah için aşağılayıcı değil, yüceltici bir sıfattır. Çünkü Kur’an-ı kerim, Resûl aleyhisselâm’ın “ümmî” olduğunu beyan eder (A'raf,157). Bu durumda Kur’an âyetlerinin tamamının vahye dayandığı ifade edilmiş ve başka bir metinden alındığı iddiası, mantık olarak tamamen temelsiz ve geçersiz kılınmış olmaktadır.
Ülkemizde dahi bazı modernist ilahiyatçılar, ümmî’ye yalnış mana vererek, ümmî olmadığını açıkça söylemektedirler (Mehmet Okuyan ve aynı görüşte olan ilahiyatcılar). Yine Kur’an’ın “kitap” değil, “hitap” olduğu (Ali Bardakoğlu, Ömer Özsoy gibi), dolayısıyla “hitap” olunca, Ahkâm âyetlerinin tarihsel - o devir ve insanlarla sınırlı - olacağı iddialar arasında yer almaktadır (Fazlurrahman ve ona bağlı yüzlerce ilahiyatçı).
Görüldüğü gibi Oryantalistlerin iddiaları bire bir, yurt içi ve yurt dışı Modernist İlahiyatçılar tarafından desteklenmekte, Kur’an’ın ilâhi kelam olması ve Hazret-i Peygamber’in “nübüvvet”i üzerinde şâibeler uyandırılmak istenmektedir.
Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, İslam’ın nûru, Kıyamet’e kadar sönmeyecektir.
 
2. PEYGAMBERİ DEVRE DIŞI BIRAKMA
Müsteşrikler/Oryantalistler, çıkardıkları kitaplarda İslam dini’nin münzel/vahye dayalı bir din olduğuna inanmadıkları için Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimize de “peygamber” olarak inanmazlar. Onun için aşağılama, hakaret ve tezvirata başvurmak suretiyle “hakk”ı örtmek isterler. Halbuki “Güneş”i balçıkla sıvamak mümkün değildir. Bunu iyice anladıklarından “Peygambersiz İslam” inancını yerleştirebilmek ve yaygınlaştırabilmek için “Kur’an Müslümanlığı” ve “Kur’an Bize Yeter” tuzağını hazırlamışlardır. Bir çok ilahiyatçı bu tuzağa yakalanmıştır. İslam tarihinde bazı dönemlerde çok yoğun şekilde ortaya çıkan Bâtınîlik – Müslüman görünüp İslam’ı parçalama – çağımızda kılık değiştirerek karşımıza çıkmıştır. Hedef, yüce Allah ile Peygamberin arasını açmaktır. Hazret-i Peygamber’in hadislerle, gereksiz ve faydasız açıklamalarda bulunduğu ve İslam’a ilâve yaptığı izlemini vermektir. Fakat bu münafık bâtınîler, şu âyeti göz ardı etmektedirler:
Allah’a ve peygamberlerine küfredenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isterler (Nisâ, 150). Bu âyete göre, bu ayırımı yapanların, kâfirler olduğu bildirilmektedir.

3. HADİSLERİ GÜVENSİZ KILMA
Hazret-i Peygamber’e ve tebliğ ettiği dine inanmayan Oryantalistler, onun sözlerinin doğru olduğuna ya da olabileceğine elbette inanmazlar. Ancak Müslümanların dinde ikinci kaynak olarak kabul ettikleri ve Kur’an’ın ilk müfessiri olan hadislerin, kendilerine göre mevsûkiyetinin/güvenirliğinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu konuda çalışma yapan Goldziher (ö.1921) ve arkadaşları, genelde “sağlam bir hadis bulamadık” açıklamasını yapmışlar ve “hadislerin uydurulmuş olduğu” fikrinin yayılmasına karar vermişlerdir. Bu iftira, dalga dalga bütün İslam ülkelerine yayılmıştır. Buna Cumhûr Akâidi’ni kabul etmeyen bazı bozuk inanç sahibi kişilerin çalışmaları da eklenmiştir. Hatta İlahiyat Fakültelerinde “Mevzu/Uydurulmuş Hadisler” dersi, hem “Hadis Metinleri” dersini, hem de diğer temel dini dersleri derinden etkilemiştir. Usûl-i Hadis ve Cerh ve Ta’dîl İlimleri’nin ortaya koyduğu ölçüler, hiç dikkate alınmadan rahatlıkla İslam ve esasları, tenkit edilir hâle gelmiştir. 1400 yılda yetişen âlimler bir tarafa bırakılarak, hatta reddedilerek, İslam karşıtı ya da düşmanı olan Oryantalistler, baştacı edilmiştir. Unvan, menfaat ve şöhret uğruna, iman verilip dalâlet satın alınmaya başlanmıştır.
Bu konuda “zarûriyyat-i diniyye” olarak bilinen İslam Esasları, serbestçe tartışılmaya açılmıştır.
Kader ile ilgili âyetler üzerinde, fâsid te’viller yapılmış ve bu konudaki hadisler, inkâr edilmiştir (Mehmet Okuyan, Abdülaziz Bayındır ve bir çok ilahiyatçı).
İsra ve Mi’râc olayında kimisi Mescid-i Aksa’yı âyete aykırı olarak göklerde (Muhammed Hamidullah gibi), kimisi de Mekke’nin yakınında bir yerde “Ci’râne’de” olduğunu söylemiştir (Hristiyan Alfred Guillaume’nin bâtıl görüşlerine kapılan Süleyman Ateş, Mikail Bayram ve Mehmet Azimli gibi). İsrafil Balcı ve Mustafa İslamoğlu da Mi’raç hadisi ile düet yaparak alay etmişler (videoda) ve kimin tarafından yazıldığı belli olmayan Zerdüştîliğin/Ateşe tapanların kutsal kitabı Avesta’nın (MÖ.VII) okunmasını tavsiye etmişlerdir.
Kabir Azabı, inkâr edilmiştir (Mehmet Okuyan ve  bir çok ilahiyatçı).
Nuzûl-i İsa ve Hazret-i Mehdi’nin geleceği inkâr    edilmiştir (Mehmet Görmez ve bir çok ilahiyatçı. KURAMER, bu konulardaki hadislerin uydurma olduğunu bildirmek için Sempozyum düzenlemiştir).
Ehl-i Sünnet Akâidi’ne göre, kader (A’râf,34; Tevbe,51), âyetle sabittir. Mi’rac (Buhârî, Salât 1), Kabir Azabı (Buhârî, Cenâiz 87; Tirmizî, Kıyâmet 26), Nuzûl-i İsa (Buhârî, Kitâbu’l-Buyû’ 102) ve Hazret-i Mehdi’nin geleceği (Tirmizi,Fiten 52-53), haktır ve hadislerle haber verilmiştir.

4. “DİNDE ÇOĞULCULUK” İNANCINI YAYMA
Müsteşrikler, Müslümanların “son din”, “son peygamber” ve “hak din İslam” gibi ifadelerinden hiç hoşlanmazlar. Kitaplarının, dolayısıyla dinlerinin kendi din adamları eliyle değiştirildiğini bildikleri hâlde İslam’ı kabule yanaşmazlar. Üstelik yeni plan ve stratejilerle sanki İslam’ı hak din kabul etmiş gibi diyalog girişiminde bulunurlar. Bu diyalog, bilinen karşılıklı konuşma anlamında değildir. Burada hedef, Müslümanlara diğer dinlerin de doğru olabileceğini kabul ettirebilmektir.
Onun için Dinde Çoğulculuk fikri ortaya atılmıştır. Buna göre “İslam, son din değildir. Diğer dinler de haktır. Hakkı sadece İslam’da toplamak, doğru bir yaklaşım değildir.” Bu argümanlar, Hristiyan Misyonerleri tarafından sıklıkla işlenerek, İslam ülkelerine pazarlanmıştır.
John Hick ve Wilfred Cantwell Smith tarafından sistemleştirilen Dinde Çoğulculuk, İslam’ı inkâr manasına gelse de Ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde makes bulmuş ve bazı İlahiyatçılar tarafından benimsenmiştir (İlahiyatçı Mahmut Aydın’ın bu konuda kitabı vardır).
Oryantistlerin bu Stratejisi: Bakara suresi 62. âyetinin fâsid ve bâtıl tefsirine; Ehl-i kitab’ın cennete konulmasına; Meallerde “kâfirûn” lâfzının “inkârcılar” diye açıklanmasına; “Allah’ın rahmeti geniştir, Ehl-i kitap da Ahiret’te necat bulacaktır.” hezeyanına; Ehl-i kitab’ın Hazret-i İsa ve Uzeyr için, “Allah’ın oğludur” ifadesi, aslında “Allah’ın rahmetidir” gibi bazısı yanlış, bazısı fâsid, bazısı da küfür olan te’villere yol açmıştır.
Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmez (Al-i İmran,85).

5. “İSLAM FELSEFESİ” KAVRAMINI “VAHY”E KARŞI KULLANMA
Oryantalistler, İslam Felsefesi kavramını bilinçli ve maksatlı olarak “vahy”in karşısında onu zayıflatmak ya da ortadan kaldırmak için kullanırlar. Batı’da din alanında doktora yapanların daha çok İslam Felsefesi alanına yönelmelerini bir tesadüf kabul etmemelidir. Şu bir gerçektir ki, Felsefe’de akıl, vahyin önünde yer alır. Onun için dini/vahyi akla uydurmaya kalkanlar, daima yanılmışlardır. İslam Filozofu olarak nitelenenlerin durumu böyledir. Önce “vahy”i maddileştirmekle, daha doğrusu inkârla işe başlamışlardır. İbn Sina, Farabî, İbn Rüşd ve Fazlurrahman’da bu açıkça görülmektedir. Dinde önce vahiy, sonra akıl gelir. Bir İsra ve Mi’rac gerçeğini, kaderi, vahyi ve nübüvveti akılla çözmeye kalkanlar, inkâr ve dalâletten kendilerini kurtaramamışlardır. Rahmanî aklın yerini, şeytanî akıl almıştır. Rahmanî akılda dine ve onu sunan peygambere teslimiyet şarttır. Bu konuda İslam’ı Sorgulama’ya kalkmak veya İslam’la Yüzleşme gibi dinde intihar girişimleri, kişiyi saadete değil, felâkete götürür. Kur’an’da “aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” şeklindeki hitapların, kevnî/tabiat, dünya ve evren ile ilgili olduğunu, dinî tahsil görmemiş normal bir Müslüman bile bilir. Tabiat’a, Ay’a, Güneş’e, Gökyüzü’ne, Gece ve Gündüz’e ve bunlar arasındaki nizama bakmıyor musunuz? Bunlar kendiliğinden mi oldu? Niçin bunlar üzerinde düşünmüyorsunuz? Yüce Allah’ın, bu tefekkür da’veti, iman içindir. Yoksa “namazı, haccı ve zekâtı aklınıza ve günün şartlarına göre değiştirin” demek için değildir.
Bu durumda aklını İslam’a, peygambere ve vahye teslim edenler, iki cihan saadetine kavuşurlar. Ne mutlu, Müctehid âlimlerin açıkladığı İslam’a uyanlara!

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.