Kod adı; İrtica 906

A -
A +
20 Aralık 1873 yılında Fatih’in Sarıgüzel semtinde dünyaya geldi.
Öğrenimine 4 yaşında başladı. Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler)de okurken babası Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi’yi kaybedince ailesini geçindirebilmek için Halkalı’daki Baytar Mekteb-i Âli (Veterinerlik Fakültesi)’ne parasız yatılı girip mezun oldu.
1893 yılından itibaren Ziraat Nezâreti bünyesinde çalışmaya başladı.
1898’de; 25 yaşındayken İsmet Hanım ile evlendi.
Ailesiyle birlikte Anadolu’yu karış karış dolaştı. Çileli bir meslek hayatı oldu ve 20 yılın sonunda 1913’te istifa etti. Aynı yıllarda Maarif Dergisi ve Resimli Gazete’de şiirleri, çok iyi bilip konuştuğu Arapça, Farsça ve Fransızcadan yaptığı çeviriler yayınlandı.
Görev adamıydı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın delaletiyle Orta Arabistan’daki Necid çöllerine gittiğinde, bu istihbarat teşkilatının kurucusu ve temel direği, efsane isim Kuşçubaşı Eşref ile birlikte çalıştı. Görevi; dinî bilgisinin çok iyi olması, Arapçayı bir Arap entelektüelinden daha iyi bilip konuşması nedeniyle Osmanlıya karşı ayaklanan Arap kabileleriyle İngilizlerin safında savaşan Hint Müslümanlarını ikna etmek, aralarındaki husumetleri ortadan kaldırmaktı.
Gertrude Bell ve Lawrence adlı iki ünlü casusun fink attığı ve Osmanlıya karşı kışkırtıp ayaklandırdığı Arap kabilelerini ikna etmek kolay iş değildi.
O dönem Osmanlı 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayılmış, İngilizler Çanakkale’ye dayanmışlardı. Osmanlı ordusu tüm gücüyle direniyordu.
Gelen haberler hiç de iyi değildi ve her geçen gün umudunu kaybediyordu ama artık çok iyi dost olduğu, daha sonraki yıllarda yazdığı mektuplarında “İki gözüm Eşrefciğim” diye hitap ettiği Kuşçubaşı Eşref ona sık sık bilgi veriyordu.
O gün, yani 18 Mart 1916’nın birkaç gün sonrasında Kuşçubaşı Eşref’ten zaferin müjdesini, “Çanakkale geçilemedi” sözleriyle aldığında kendini tutamamış hüngür hüngür ağlamıştı.
Kuşçubaşı Eşref bundan sonrası hatıratlarında şöyle anlatır:
“O gece metruk bir yere çekildi ve sabaha kadar şükür namazı kılarak yüksek sesle dua etti. Bir ara sesi kesildi ve merakla kapıya kadar gidip kulak verdim, endişelenmiştim. Sonra mırıldanarak 'Allahım, bu destanı yazmayı bana nasip et’ dediğini işittim.”
Sabahleyin, yüzü gözü kum ve toprak içinde oradan yanlarına geldiğinde elindeki kâğıtları Kuşçubaşı Eşref’e uzatarak “Eşref oku, artık bundan sonra ölsem de gam yemem” dedi bitkin bir sesle.
Kuşçubaşı Eşref yüksek sesle okumaya başladı. Şiirin sonlarında, aşağıdaki mısraları okumaya başladığında boğazı düğümlendi ve hıçkırıklara boğuldu. Hep birlikte ağlıyorlardı.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
.....
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Evet, Çanakkale Şehitlerine başlığıyla bildiğimiz Çanakkale Destanı böyle ortaya çıkmıştı. Şairi de İstiklâl Şairimiz, İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmet Akif’ten başkası değildi.
Mehmet Akif bu görevini tamamladıktan sonra İstanbul’a geldi.
İstiklâl Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal’den “Acil” koduyla bir haber ulaştı.
“Sana ihtiyacımız var, Ankara’ya bekliyoruz.”
O sırada henüz 12 yaşında olan oğlu Emin’i de yanına alarak Ankara’ya gitti. Görevi yine aynıydı. İngiliz casusları tarafından “Halifeyi öldürecekler” propagandasına maruz bırakılan halkı ikna etmekti. O küçücük çocukla Anadolu’da binlerce kişiye hitap etti.
Böylece İstiklâl Harbi’nin Manevi Liderliğini üstlenmişti.
Birinci Meclis’te Burdur mebusu olarak görev aldı. 12 Mart 1921’de o “Korkma” diye başlayıp tüylerimizi diken diken eden İstiklâl Marşı’nı yazdı bu şiir Meclis’te oy birliğiyle kabul edildi.
Tek kuruş para almadı. Daha doğrusu verilen parayı gazi ve şehit yakınları için kurulan Darül Mesai adlı bir vakfa bağışladı. Oysa o sırada cebinde sadece iki kuruş vardı ve bir arkadaşıyla aynı paltoyu ortak kullanıyorlardı.
1924’te İkinci Meclis ile birlikte Mehmet Akif’in hayatı değişmeye başladı. Birinci Meclis’in kurucu unsurları olan dindarlar, etnik ve siyasi yelpazenin çeşitli kanatlarındaki tüm unsurlar yok sayıldı ve “Laik-Türkçü” eksenindeki ideolojiyi hâkim kılmak üzere cadı avı başlatıldı. “Dindar olması” nedeniyle peşine hafiyeler takıldı. Üstelik büyük bir “günahı” daha vardı ve Arnavut kökenliydi. Irkçıların hedefi olmuştu.
Akif, o yıllarda zaten sık sık Mısır’a gidiyor ve mevsimsel olarak orada ikamet ediyordu. Artık Türkiye’deki baskı ve İstiklâl şairimize yaşatılan çirkin saldırı dayanılmaz hâle gelince Mısır’a tamamen göç etti.
Safahat adlı o büyük eseri yıllarca Türkiye’ye sokulmadı.
Bu arada İstiklâl Harbi’ne büyük katkılar sağlamış olan Sebilürreşad adlı mecmua da “İslamiyet fikrini yaydığı” için tehdit kapsamına alınmıştı. Derginin sahibi ve Başyazarı yakın dostu Eşref Edip’ti.
O Mısır’dayken dergi kapatıldı ve Eşref Edip, tarihimizin yüzkarası, rezilliğin dibi olan İstiklâl Mahkemelerinde “Vatana ihanet” suçlamasıyla idamla yargılanmaya başladı. Türkiye’de kalsaydı o da yargılanacaktı.
Bu arada onu kahreden bir başka olay da oğlu Emin’in (Emin Ersoy) Kırklareli’de askerliğini yaparken tutuklanmasıydı. Emin’in sesi güzeldi ve babası gibi Kur’ân-ı kerimi çok iyi biliyor, okuyordu. Kışlada arkadaşlarının ısrarı üzerine onlara Kur’ân okumuş, isteyenlere de öğretmişti.
Bu büyük “suçu” nedeniyle tutuklandı. Ondan sonrası romanlara, filmlere konu olacak trajik bir hayat hikâyesi. Emin Ersoy’un hayatı karartıldı. Okuyun derim.
Mehmet Akif Ersoy bu büyük üzüntülerle hastalandı ve 1936 yılında vatanına “izin”le dönebildi. Altı ay sonra da, 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini yumdu.
Devlet cenazesini kimsesizler gibi, kimseye haber vermeden kaldırmak istedi. Ancak cenazesine ailesinin dışında kimsenin sahip çıkmadığı haberi yıldırım hızıyla İstanbul Üniversitesi’nde yankılandı. Safahat’ında yazdığı üzere Asım’ın nesli binlerce genç koşarak onun tabutunu sırtladı, Edirnekapı Mezarlığı’na kadar omuzlarında taşıdı.
Bu muazzam bir gösteriydi, âdeta başkaldırıydı. Nitekim karşılıksız kalmadı. Dönemin baskı rejimi bu gençlerin bir kısmını Emniyet’e çekip sorguladı.
Ertesi gün Devletin partisi CHP’nin resmî yayın organı Ulus’un iç sayfalarında kısa bir haber vardı. Başlığı da şöyleydi:
“Mehmet Akif gömüldü…”
Yıllar sonra emniyet kayıtlarında Mehmet Akif ile ilgili bir dosya ve dosyanın üzerinde de bir kod adı vardı:
İrtica 906.
Koskoca Vatan Şairi, İstiklâl Harbi’nin manevi lideri Mehmet Akif’e reva görülen muamelenin, çirkefliğin kod adıydı aslında bu…
Dahası şimdiye dek o dönemin sorumlusu kimse de bu kara lekeyle yüzleşip özür dilemedi.
Şu satırları neden yazdığımı herkesin biliyor olması lâzım.
20-27 Aralık Mehmet Akif Haftasıydı.
Devlet, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan güçlü biçimde ona sahip çıkıyor.
Peki, Mehmet Akif Millî Eğitim kitaplarında yeterince anlatılıyor mu? Yukarıda özetin de özetini verdiğim müthiş hayata dair bilgi veriliyor mu?
Hayır!
Dini öğretmek yetmez.
Bu ülkenin gençlerine, çocuklarına vatanını sevmeyi, bu vatanı kuranları sevmeyi ve onların hayatlarını, mücadelelerini öğretebiliyor muyuz? Bu vatana hâlen kasteden Haçlı zihniyetinin güncelleştirilmiş çirkin yüzünü; o tek dişi kalmış canavarı iyice anlatabiliyor muyuz?
Hayır!
17 yıldır üzerinizdeki ölü toprağını atamadığınız sürece çoktan iş işten geçmiş olacak.
Boşuna “Bu gençler niye böyle” diye ağlaşmayın!..
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.