Kem âlâtla kemâlât olmaz!

A -
A +

Hattatlar bin yıl dayanacak eserler yazar, günübirlik işlerle oyalanmazlar.

Ankara Hamamönü’nde Tacettin Dergâhına yakın bir konağı sanat merkezi yapmış, hattatları müzehhibleri bir araya toplamışlar. Hoş olmuş, güzel bir mekân...
Sağ olsun Hattat Ebûzer Özkan Bey bizimle ilgileniyor, vakit ayırıyor. Samimi bir insan, sohbeti dinleniyor.
Dilerseniz aradan çekilelim, kalın onunla baş başa:
-Benim en büyük şansım Keçiören’de oturmak olmuştu, Allah herkese rahmetli Emin Garbi Amca (Arvas) gibi bir komşu nasip etsin. Hakiki bir bilge idi, bize babalık yaptı âdeta.
Onun halka-i tedrisinden geçenlerden biri de rahmetli Doğan Çilingir Ağabey’di, kendisi Beypazarlı bir din dersi muallimiydi. İyi bir hattattı, akşam el ayak çekildi mi kapanır kâğıtlarına… Taaa ki sabah ezanlarına…
Bilir misiniz hattatlar ekseri gececidir, gündüz oyalayan çok olur, gelen, giden, kapı çalan…
Doğan Abi, Garbi Amca’nın eli ayağı, manevi evladıydı... Büyük bir sadakatle hizmet ederdi ona. Ben de Doğan Ağabey’in dert ortağı, can yoldaşı, iyi olmuş deyicisi, çay koyucusuydum.  
Kamışı çekti mi tatlı tatlı gıcırdar, yanan odunların çıtırdısına, mırıldanan çaydanlık nazire yapar. Onların da zikirleri bu belki, sessiz seherlerde yoldaş olurlar hattata.
Bir istif şekle girdi mi Doğan Ağabey kalkar yapıştırırdı duvara. Şimşir ağızlığına bir Birinci takar, muhtar çakmağı ile yakar, ellerini göğsünde kavuşturup seyrine bakar.
Beğenmek yok ama kendini çekeceksin aradan, “breh breh” dersen elin bozulur, hokka devrilir kâğıda.
Gel zaman git zaman benim gözüm de aşina oldu, kenarından köşesinden katıldım halkaya...  
Doğan Ağabey’in bir Murat 124’ü vardı. Huyunu suyunu sadece o bilir, tamirini de kendi yapar. Çok uğraştırdığı için “Bay Arıza” derdi ona. İyi kötü işimizi görürdü, onunla çok gittik geldik İstanbul’a.
Doğan Ağabey; Hattat Fuad Başar ve Hattat Âdem Sakal’dan icazetliydi, toz kondurmazdı hocalarına. Hoş, bu iş kâtipliğe benzemez, muhabbetle yürür, aşkla.
Hattın sonu yok, büyük bir haz verir ve terbiye eder kibarca. Yalnız kuma sevmez, künhünü vereceksin ki cüzünü bağışlıya… Nasıl bir kalpte iki sevgi cem olmuyorsa…

Kem âlâtla kemâlât  olmaz!

RABBİ YESSİR

Düşünün Fuad Hoca, Erzurum Tıp’ta 5. sınıf talebesi iken gemileri yakıp gidiyor İstanbul’a. “Mezuniyetine az kaldı” diyorlar, “şu seneyi de atlat ondan sonra.”
Dönüp de bakmıyor. İyi ki de öyle yapmış, Hattat Hamid gibi bir deryaya nasıl ulaşırdı bir daha? Zaten mübarek iki sene sonra vefat etti, hadi öyle hocayı ara da bul bir daha.
Fakülte yine biter, işte orada, kaçmıyor ya?
Doğan Hoca bir gün özene bezene bir kalem açtı, uzattı. “Yeter seyrettiğin” dedi, “ilk dersin Rabbi yessir. Haydi çek besmeleni başla!”
Bir şişe is mürekkebi verdi (bulunmazdı o yıllarda) bir deste de kâğıt kattı yanına.
-Ara vermeyeceksin ama! Bir gün bırakırsan sen anlarsın, iki gün bırakırsan ben anlarım, üç gün bırakırsan herkes anlar!
Eskiler cumartesi yazılarını makbul tutmazlar, niye? Çünkü cumaları tatil, eşe dosta uğranılır, çarşı pazar dolanılır. Elin kaleme değmez, soğukluk girer araya.
Bana gösterilen teveccühe layık olmaya çalıştım, kucaklar dolusu yazar, koyardım masasına. Tek tek tashih eder, hatalarımı gösterirdi sabırla.
Kûfi hattın yazanı yoktu. Meşki de yapılmazdı o yıllarda. Hâlbuki asr-ı saadet kokusu vardır onlarda.
Doğan Hoca üzerinde hayli çalıştı. Aradan asırlar geçmiş bazı şeyler unutulmuş, kime sorsa acaba?
O gece rüyasında bir el uzanıyor, “Bak evladım” diyor “şu şöyle yapılır aslında.“
Elin sahibini görmüyor ama etraftakiler Hazret-i Ali diye fısıldaşıyorlar saygıyla.
Hasılı kitap tamamlandı, bastıracak olanlara ulaştırıldı ama nedendir bilinmez yayınlanmadı hâlâ.

Kem âlâtla kemâlât  olmaz!

İCAZET ALMALISIN

Yıllarca birlikte meşk ettik, yarışmalara katıldık. Elimin oturduğuna kani olmalı ki, “Tamam Ebûzer” dedi, “artık icazet vakti!”
Aklıma bile gelmemişti, “Ben miii” diye sordum şaşkınlıkla.
-Evet sen! Layık olmasan bu teklifi yapar mıydım sana?
Neticede bir levha yazdım. Arızaya bindik, doooğru İstanbul’a. Fuad ve Âdem Hoca da tasdik etti, üçü imza koydu yan yana...
Bu ne acele diyordum, meğer hazırlanıyormuş büyük yolculuğa.
Doğan Hoca’nın hanımı İstanbul’a gitmişti, onunla kalmıştım o hafta… Sürekli ölümden konuştu, yazılacak kabir taşları vardı zira. Yok, hayır kendi kabir taşını yazmadı, imzası ismiydi zaten “kazıyıverirsiniz” derdi “taşa.”
O akşam üç somun aldı fırından, birini Tayyibe Abla’ya verdi, birini Zahid Arvas’a, birini de uzattı bana.
Eve henüz dönmüştüm kapı çalındı. “Doğan Abi! dediler.
-Hayrola?
-İnna lillah!

Kem âlâtla kemâlât  olmaz!

HAYAT DEVAM EDİYOR

Kaldığım yerden devam ettim, tanındım zamanla. İlahiyat Fakültesinde hat derslerine girdim yıllarca.
Öncelikle sevdirmeye özendirmeye çalıştım, sevsinler istesinler kolay, hoca bulunur nasıl olsa.
Hattatların ünsiyet peydahladığı harfler vardır, çoğu elif ve vav çeker. Fuad Hoca “nun”u sever mesela. Bence “ayn” da yakışıklı bir harf. Duruşu bakışı çok başka.
Eskiden mesaimiz 8 saatti, dinlenelim diye emekli olduk, şimdi 24 saat çalışıyoruz, gün yetmiyor.
Her sene onlarca talebe gelir ama sabreden parmakla, bu güne kadar beş icazet verebildim anca.
Bu yola düşenlerin gönlünde hep aynı aslan yatar. Oturup bir Kur’ân-ı kerim yazmak. Kolay iş değil, affı yok, sıfır hata.
Hattat Hamid’in talebelerinden Muhsin Demirel birkaç Kur’ân-ı kerim yazdı. Mehmed Özçay’ın hattı da berraktır sonra. Sülüste ise Davut Bektaş.
Derken bilgisayarlar yayıldı, şimdi bir hafız buluyor, oturtuyorlar klavye başına…
Ben Mushaf-ı şerifin hattat elinden çıkmışını severim, içer gibi okurum âdeta.
Eskilerden Sami Efendi’nin kalıplarına bayılırım, nesihte ise Şevki Efendi aliyülâlâ.

Kem âlâtla kemâlât  olmaz!

EDEP YA HU

Çok yazılan sözler vardır, “edep ya Hu”, “bu da geçer ya Hu”.
Hattat adayları da onlardan başlar ama değişik bir tarzla... Sonra özlü sözler, büyüklerin isimleri, hadis-i şerifler derken ayet-i kerimelere gelir sıra.
İstif çok önemli harflerin yakınlığı, uzaklığı, tenasübü… Uzun uzun düşünürsün. Oval mi yapsam, düz mü kalsa?
Belki 50 kere yazarsın, baktın oturdu, dikkatle çalışır, aktarırsın aharlı kağıda.
Ahar için kâğıt buğday nişastası ile sıvazlanır gözenekleri dolar, sonra şapla karışık yumurta akı çekilir, kurudu mu bir daha. Ardından mühre ile ezilir, olur mu sana kaymak? Altı ay bekletirsin ki asidi kalmaya, yazıyı dağıtmaya.  
İs mürekkebi bin yılda bile solmaz, bir maddeyi yakarsan karbonlaşır, is maddeninvaracağı son nokta.  Yangınlarda kâğıt yanar hat kalır, o zaten yanacağı kadar yanmış, yanacak bir şeyi kalmamış.  
Hâlbuki kimyevi mürekkebin içinde dönüşmeye meyyal elemanlar vardır, seyrini tamamlamamıştır daha.
Eskiden binlerce sanatkâr varmış, biri kâğıt yapar, biri ahar atar, biri mürekkep ezer, biri sadece derkenar çeker sayfalara.

Kem âlâtla kemâlât  olmaz!

HUSUSİ BIÇAKLA

Yazın geliştikçe kalemin de güzelleşir. Dövme çelikten bıçak ısmarlarsın Sürmene’ye, Yatağan’a, Bursa’ya. Kamışı kusursuz kateder, ustura gibi açarsın âdeta.
Rahmetli Kâmil Akdik’e sormuşlar “Üstad sizce en güzel kim yazar?”
Cevaba bakın. “Kalemi güzel olan!”
Hattat kamış yongalarını saklar, bunlarla defin sularının ısıtılmasını arzular. Yani çok çalışman lazım, suyun soğuk kalır yoksa!
Ispartalı 50 tane Kur’ân-ı kerim yazmış, bayağı bir yonga birikmiş çuvalında, suyu hakikaten ısınmış, sıcak olmuş ılıştırmışlar hatta.
Bunları talebelere anlatırız ki, işin kıymeti anlaşıla.
İyi bir istif göz ve gönül okşamalı, rahat okunmalı. Harfleri sağa sola dağıtıp şekil yapabilirsin de, okunamadıktan sonra...
Biz aynalı yazılardan kaçarız, aksederken aksı kayar, terse yatar. Bilmiyorum hakkımız var mı bozmaya?
Yine harflerle kuş, geyik, balık, leylek yapmayız, hocalarımız klasikten şaşmadılar asla. Elifin boyu sekiz nokta ise uyacaksın, inanın hakiki estetik burada.  
İstifler genelde alttan yukarı doğru okunur, lakin ism-i Celâl daima üste alınır, okurken de yukarıdan aşağıya.
Hat yazılınca bitmez, yeni başlar. Tashih bıçağı ile ince ince çalışıp taşanları kaldıracak, kamışın mürekkep vermediği yerleri dolduracaksın itinayla. Sami Efendi’nin bir hatta bir yılını verdiği söylenir. Eh kalitesi de ortada.

YARIŞMA BARIŞ!

Hattat ün, şan, para peşinde koşmaz, menfaat kovalamaz, bu sanat niyetini bozana yâr olmaz.
Önceleri yarışmalara katılırdım ama ödül için değil. Levhan ustaların önüne konacak ya, itina gösterirsin ayrıca. Bu da elini geliştirir, faydası yine sana.  
Biz, tezhipçinin, çerçevecinin işine karışmayız. Usta müzehhib yazıyı öne çıkarır, motife boğmaz.  Hattat harflere hâkim olmalı ve geometri bilmeli burası tamam. Ama ruh hâli de mühimdir, akseder kâğıda.
Büyüklerimiz kapıdan çıkarken bir lahza durur ellerini açarlar. “Ya Rabbi senin rızan için, kullarına hizmet edeceğim, hayırlı vakalar çıkar karşıma.” Birine ters bakmak ha? Kesin kul hakkı. Kimsede kusur aramayacaksın. Hem sana ne yaa?
Talebelerimizden edepli ve efendi olmalarını ister, misaller veririz ecdattan. Hattın güzelliği de burada, kalemi eline alan çizgiye girer zamanla...

RUHİ HENDESE

Yukarıdan baktığınız zaman Kâbe-i muazzamanın küp olmadığını görürsünüz, nokta da kare değildir aslında. Altın oranda üçte bir (sülüs) kaidesi var, 2/3 uzun kenar, 1/3 kısa. Kâğıdı belli bir açıyla koyacak, kalemi belli bir zaviyede tutacaksın, nokta 45 derece yukarı bakacak. Çekerken kareyi hafif geçeceksin, dikdörtgene de dönmeyecek ama.
Nokta önemli, koymayı unutursan “ze”lerin “ra” olur, “göz”lerin “kör” okunur.
Diyelim “ra” yazıyoruz, virgül gibi sade bir harf ilk bakışta. Kalemi şakuli doğrultuda 2,5 nokta düşeceksin, bir nokta yatıracaksın sağa. Sonra iki nokta meyille dört nokta aşağıya… Kalemi hafifçe çevirip uzun ucuyla iki nokta gideceksin, kalınlık bitime bırakılır ki biz “kalem ağzı” deriz ona.
Hat sanatında tornadan çıkma çizgiler olmaz, tabiatta paralel yoktur, keskin köşe de bulunmaz. Simanız bile simetrik değildir, dönün de bakın aynaya.

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.