Bir tek onu unutmamıştı!..

A -
A +
“96 yaşına geldiğinde Alzheimer’ın son aşamasında Balıklı Rum Hastanesindeki odasındaydı...”
 
Fedakârlığını, adanmışlığını, harcanmışlığını bir kere olsun gururunun üzerine çıkarmadan, o dimdik Osmanlı kadını duruşuyla, o vakur bakışlarıyla görmezden geliyordu inadına…
Uzun konuşmalarımızda bizzat şahit olduğu vakaları açık bir dimağın tüm detaylarıyla anlatabiliyordu.
Yangına koşan tulumbacıları, gece yarısı elindeki kalın değneği kaldırım taşlarına vurarak dolaşan Arnavut bekçilerini, Sultan Reşat’ın Cuma Selamlığına giden saltanat arabalarını, Mekke’ye yolculuk eden Surre Alayı develerinin boyun çıngıraklarını çınlatarak Doğancılar Yokuşunu çıkışlarını anlatırdı…
Çanakkale Savaşı zamanlarında komşu evlerden yükselen şehadet haberi çığlıklarını, camilerden gün boyu verilen salaları, büyük dayısının Şemsipaşa’daki evinin camından bakıldığında görünen İngiliz gemilerinin âdeta Boğaz’ı kapladığını, işgal askerlerinin evlerinin karşısındaki eski bir paşa konağını karakola çevirip nöbet tuttuklarını dinliyor, dinlerken sesli bir tarih ansiklopedisinin içinde geziniyordum…
.....
96 yaşına geldiğinde Alzheimer’ın son aşamasında Balıklı Rum Hastanesindeki odasında bakım görüyordu anneannem…
Hiçbirimizi tanımıyordu artık. Hemşireler tarafından eline verilen bezden bir bebekle hafifçe ileri geri sallanırken, üzerinde sadece kendisinin yürüdüğü ıssız Salacak ve Şemsi Paşa sahillerinde dolanıyordu belki de. Kim var kim yok toplanıp yanına gittiğimiz o son “Anneler Gününde” yatağının yanına sıralanıp küçücük kalmış bedenini okşamıştık.
Kapalı gözleri ve zor nefes alışlarıyla, âdeta son bir çabayla hayat ile vedalaşıyordu. Ne annemin ne de teyzemin çağrılarına cevap verebildi… Torunlar, kuzenler, yeğenler ellerini tuttular yanaklarından öptüler…
Yüz yıla yaklaşan ömrünün yarısında tanıdığım, uzun sohbetler yaptığım, birbirinden güzel hikâyelerini dinlediğim bu İstanbul hanımefendisi, Salacak Limanından demir alan beyaz bir gemi gibi usulca açılıyordu sevdiklerinin yanından…
Kar gibi kömür karası saçlarını parmaklarımla tararken, birden gözlerini araladı. Heyecanla üzerine eğilip elini tuttum.
“Hafize, Hafize bak ben geldim” diye birkaç kez seslendim. Elimi hafifçe sıkıp bir an tekrar ışıldayan o muhteşem gözlerine gelip takılan inanılmaz bir hayret ve sevinç ifadesiyle, yüzüme, elime ve nihayet gözlerime baktı. Zorlukla yutkundu ve hepimizi darmadağın eden o ismi fısıldadı:
-Muhittin?
        Hakan Kınay
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.