Değişen dünyamızda değişmeyen iki şey

A -
A +
Toplumun sosyolojisinde çok hızlı, baş döndürücü bir sosyo-kültürel çözülme yaşanıyor. Toplum olarak kabuk değiştirmiyor, aksine kabuklarımız (değerlerimiz) hızla aşınıyor. Hak, hukuk ve adaletin yerine zorbalığın egemen olduğu ve teslim edildiği bir toplum hâline dönüşmeye itiliyoruz.
Toplumun bütün kesimlerinde yaşanan bu çok tehlikeli sekülerleşme, maddeperestleşme süreci artık muhafazakâr çevreleri de değişime zorluyor.
Böylece değişen dünyamızda değişmeyen iki şey “Yargı ve Eğitim Reformu” olarak sürekli gündemimizde ve ikisinden de çok çekiyoruz. Uygulamalar ile ihtiyaçlar arasındaki uyum problemini bir türlü çözemedik. Ne yana çeksek bir yanı açık kalıyor ve her reform bir yeni reformu zorunlu kılıyor.
İlk bakışta “Yargı ve Eğitim” ilişkisiz gibi görünse de birindeki düşüklük diğerini yükselten bir tahterevalli gibi. Eğitim ve hükümlü (suç) arasında bizim göremediğimiz ama hayatımızı fasit bir çembere alan bu güçlü ilişkiyi fark ettiğimizde belki çözümü de göreceğiz.
Son olarak, infaz yasasında değişiklik yapılarak cezaya yüzde elli indirim geliyormuş. Ceza infaz kurumlarındaki kapasitenin 50 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü varmış. Ceza ve tutuk evlerindeki hükümlüleri farklı isimler altında (af değil ceza indirimi) dışarı atsak bile hızla geri dönüp büyüyen tümör gibi artıyor, sayıları kısa sürede eskisine fark atıyor.
Niteliksiz, sayısal değerler üzerine kurulu çözümler.
Ne cezaevlerini boşaltır, ne eğitim ve ibadet yerlerini doldurur. Öğrencisinin geleceği üzerinden hiçbir sorumluluk almayan eğitim sistemi, içi boşaltılmış müfredat, başarıyı eğitim kurumlarındaki derslik sayısı ile sınırlayan hantal bürokrasi nitelik yerine niceliği öne alan politikalar bu iki devasa derdi başımıza musallat etti.
İçi boşaltılmış, tarihî derinliği olmayan, İslâmdan arındırılmış, tarihini çöpe atmış, sokak diliyle konuşan, hedefsiz bir gençliğin çare aradığımız birinci derdi iş değil kimliktir. Gençlerin kendilerini hak ettiklerine inandıkları yerden uzak, toplum dışına itilmiş “ötekiler” olarak hissetmeleri bilinçaltında neleri ateşler?
Asıl büyük meselemiz, her meselemizin başı Türkiye’nin hızla değişen “ahlak sosyolojisi”dir.  Şiddet her derde deva bir çözüm vasıtası olarak görülüyor, hapishaneler şiddeti çözüm yolu zanneden insanlarla dolu. Ve bu ancak hukukun iş görmediği yetersiz kaldığı cahiliye döneminin kabile toplumlarında olur. Güç, kuvvet ve zorbalık olmaksızın yaşamak sadece bu toplumlarda mümkün değildir.
Çözüm; genç kuşaklara “kültürel aidiyet ve medeniyet bilincini” kazandırmak...
Herkes nereye ait olduğunu bilmelidir. Bu şuuru ancak ustalar kazandırabilir. Ustaları aradan çektiğinizde eğitimden söz edilemez. Eskiden sokak mektepti, koruyucuydu. 19. Yüzyıl İstanbul’una hayran kalan Fransız, hatıratında “İstanbul’da üç yıl kaldım; değil cinayet kavga görmedim. Galata’da bir gayrimüslim bir diğerini öldürdü. Mahkemenin idam cezasını infaz için bir Müslüman görevli bulamadılar infazı yine bir gayrimüslim yaptı” diyor.
Şimdi tehlike dışarıdan geliyor ve mahremiyet tanımıyor. İslâma, tarihe ve Türkçeye karşı iki asırdır süren bu saldırılara karşı koruma alanı ancak güçlü, köklü bir medeniyet bilincinin hayatımızda tekrar yeşertilmesidir.
Bu da ancak bu meseleleri dert edinen çaplı kadroların ve kurumların hayatın içine girmeleri ile mümkün olabilir...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.